Cümlelerden biri canımı tüketmişti: "Sen iyileşir iyileşmez, tekrar konuşuruz"... Ben deliliğe batıyordum, amansızca gömüldüğümü biliyordum, Clara'nın beni tutmasına ihtiyacım vardı. Filanca yerde, sözgelimi Fransa’da buluşalım, tekrar birlikte bir hayat kuralım, o zaman hemen düzelirsin, demesine. Hayır, o tam tersini yapıyordu: "Sen iyileşir iyileşmez, tekrar konuşuruz"! Ne kadar sürerdi bu? Bir yıl? İki yıl? On yıl? Clara' dan uzak, kızımdan uzak asla kendime gelemeyeceğime emindim.
Dünya kararıyordu.
Kaderin karşısında, kedinin güzelce oynadıktan sonra öldürmeye hazırlandığı fare gibiydim. Derler ya, ne kaçabilen ne de hayatta kalmak için bir çıkış bulabilen fare o anda çıldırıp fırıldak gibi dönmeye başlarmış...
Bundan böyle her ânı birlikte geçirmeyi ikimiz de arzuluyor, buna can atıyorduk. Ömrümüzün sonuna kadar. Engeller varsa da halledilirdi. Bize bakarsanız, baş edilemeyecek bir şey olamazdı. Alt tarafı birkaç karar alacak, birtakım tercihler yapacaktık. İlk soru: Nasıl bir evlilik? Beyrut'ta resmi nikah yoktu. Dini nikâha da biz niyetli değildik. Bir yalanla birleşmek hiç içimizden gelmiyordu. O da ben de etrafımızdaki dinleri doğru dürüst bilmiyorduk bile. Hem zaten, hangi dini seçecektik nikâh için? Onunkini mi? Yoksa benimkini mi?
Mutluluk ellerimizden keskin bir ip gibi kayıyordu, avuçlanmızı hemen sıksıkı kapamazsak onu tutamazdık. Bundan sonraki görüşmelerimizi kaderin takdirine bırakamazdık.