Iste bu anı, gençliğimin başlangıcı kabul ediyorum. O zamanlar on altı yaşımı bitirmek üzereydim. Öğretmenler eskisi gibi gidip geliyorlar, St. Jérôme çalışmalarımı izliyor, ben de zoraki, isteksiz, üniversiteye hazırlanıyordum. Çalışmalarımdan artan zamanlarımı tek başıma kurduğum karmakarışık düşlemlerle, düşüncelerle; dünyanın en güçlü insanı olmak için jimnastik yapmakla; odalarda belli başlı bir işle uğraşmadan, en çok da hizmetçi kızların odası önündeki koridorda dolaşmakla; aynada kendimi seyretmekle geçiriyordum. Aynanın önünden çoğu kez neşesiz, dahası, tiksinerek ayrılırdım. Sorun yalnızca yüzümün çirkin olmasında değildi; bu durumdakilerin kendilerini avutabilecek özelliklerinden biri bile bende yoktu. Yüzümde anlamlı, soylu, zekice bir eda var diyemezdim; yüzüm gösterişli değildi; bayağı kaba, çirkin çizgiler, hele aynaya baktığım zamanlar zeki olmak şöyle dursun, anlamsız görünen küçücük, kurşuni gözlerim vardı; erkekçe davranışlarım da azdı. Boyum pek kısa değildi, yaşıma göre çok güçlüydüm; ama, yüzümün çizgileri yumuşak ve donuktu; yüzümde soyluluk diye bir şey de yoktu. Tersine, yüzüm, kocaman ellerim, ayaklarım, sıradan bir köylünün yüzünü, ellerini, ayaklarını andırıyordu. O zamanlar bu görünüş bana çok utanç verici gibi geliyordu.