Kaçır beni âhenk, al beni birlik!
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şâirlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta!
Diyor üstad Necip Fazıl aslında burada ahenk derken alemdeki düzeni ve bu düzene tezahür eden Yaradan'ı görüyor o nedenle bu birliğe,Rabbine kavuşmayı istiyor.Gölge varlık derken de Platon'un mağara fenomenine gönderme yapıyor, yani bizim bu gördüklerimizin hakikatin kendisi olmadığını sadece yansıyanı olduğunu vurguluyor üstad.O bilinçle kendine bir görev üstlenmişti;teslimiyet ve temsiliyet.İslamı temsil etme şuuruyla yazdı,yazdı ve o şekilde Necip Fazıl oldu,üstad oldu.
İnsanlar için duvarda asılı duran resimler diyor ya Mevlana,yerli yerince renk renk resimler;yapan ressamın varlık şavkı...Üstad da o büyük sanatkâr için yaşadı,yazdı ve ona kavuştu.Tıpkı dünyayı bir sürgün olarak gören Sezai Karakoç gibi,dünya bir penceredir diyen Yunus Emre gibi,dünya bir tarla idi diyen Zarifoğlu gibi.Onlar kendilerine bir amaç edinmiş,dava şuuruyla hareket etmiş ve gayelerini tamamlayıp güzel atlara binip göçmüş insanlar.Umulur ki hepimizin böyle davaları olur,nesilleri arkalarından sürükleyecek davaları...Peki asıl sahip çıktılar davalarına?Sadece yazarak değil,onlar aynı zamanda yaşadılar;yaşayarak yazdılar çünkü en güzel örnek böyle olmalı.Davanın en güzel örneğini uğruna alemler yaratılmış olan,bir elime ayı bir elime güneşi verseler yine de bu davadan vazgeçmem diyen peygamberimizde görüyoruz.O da zorlanmadı mı,zorlandı;üstelik o Allah'ın elçisi;biz de zorlanacağız tabii ki.Yine de emrolunduğu üzere dosdoğru olmalıyız,Kaf dağının ardından maveraya göç eden Zümrüdüankalar misali.