Amerika ve Batı Hindistan'ın işgalinden sonra köle ticareti trafiği 350 yıl devam etmiştir. Afrikalıların, iç kesimlerden getirilip gemilere bindirildiği Afrika limanları, Köle Sahili (Slave Coast) olarak ün salmışlardır. Sadece bir yüzyıl (1680'den 1786'a kadar) süresince, İngiliz Kolonileri için kaçırılan ve köleleştirilen özgür insanların toplam sayısı İngiliz yazarların tahminlerine göre 20 milyon kadardır. Bize söylendiğine göre 1790 yılında, 75 bin insan kaçırıldı ve bu insanlar kolonilerde işçi olarak çalıştırılmak üzere gönderildiler. Köleleri taşımak için kullanılan gemiler çok küçük ve kirliydi. Bu zavallı Afrikalılar bir sığır gibi sokuşturuldular ve bununla kalınmayıp birçoğu sadece 18 inçten oluşan ve zor bir şekilde hareket edebildikleri ahşap raflara zincirlenmiştiler. Onlara düzgün yiyecekler verilmiyor ve eğer hasta olurlar veya yaralanırlarsa medikal tedavi sağlama noktasında herhangi bir teşebbüste bulunulmuyordu. Batılı yazarların kendileri, kölelik veya zorla çalıştırmak için kaçırılan insanların toplamının en az yüzde 20'sinin Afrika'dan Amerika'ya taşıma sırasında can verdiğini ifade etmişlerdir. Köle ticaretinin altın çağlarını yaşadığı dönemde çeşitli Avrupalı uluslar tarafından kölelik için kaçırılan insanların toplamının, en azından 100 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamlar, kölelik kurumunu tanıdıkları için Müslümanları suçlayan insanların kendi kayıtlarıdır.
... Bu konuda Peygamber'in (s.a.v.) açık sözleri şu şekildedir: "Mahşer günü davacı olacağım üç sınıf insan vardır. Bunlar, özgür bir adamı köle yapan, sonra onu satan ve onun parasını yiyen kimsedir" (Buhari ve İbn Mace). Peygamber Hadisi'nin sözcükleri nitelendirilmemiş veya belirli bir ırkın veya ulusun veya belirli bir dinin mensupları ile sınırlandırılmamıştır. Avrupalılar, dünyadan köleliği kaldırdıkları iddiasıyla büyük bir gurur içerisindedirler, oysaki köleliği kaldırma anlayışına ancak 19. yüzyılın ortalarında sahip olabilmişlerdir. Bu tarihlerden önce Batılı güçler, çok büyük boyutlarda Afrika'ya saldırıyor, özgür erkekleri kaçırıyor, onları köleliğe katıyor ve yeni kolonilerine taşıyorlardı. Bu zavallı insanlara gösterilen muamele, hayvanlara verilenden daha kötüydü. Batı kitaplarındaki anlatılar bu gerçeklere ilişkin itiraflarla doludur.
Reklam
Yaşam hakkı, insana bir bütün olarak sadece İslam tarafından verilmiştir. İnsan haklarına ilişkin birçok ülkedeki bildiri veya anayasaları incelediğinizde bu hakların sadece o ülkenin vatandaşlarına veya beyaz ırka verildiğini açık bir şekilde göreceksiniz. Örneğin Avustralya'da insanların arkalarına hayvanlar gibi düşülmüştür (hunt down) ve topraklar beyaz adam için Aborjin'lerden temizlenmiştir. Benzer şekilde, Amerika'nın yerli nüfusu sistematik bir şekilde yok edilmiş ve bir şekilde bu soykırımdan sağ kurtulan Kızılderililer, ayrılmış arazilerine hapsedilmişlerdir. Aynı zamanda Afrika'da insanlar, vahşi hayvanlar gibi ele geçirilmişlerdir. Bu taraflı insan hakları konseptine karşılık İslam, bu hakları tüm insanlar için tanımaktadır.
Yaşam Hakkı
İlk ve en başta gelen temel hak, yaşam hakkıdır. Kutsal Kur'an şu hükmü koymaktadır: "Kim kısas gerekmeksizin veya yeryüzünde fesad (şirk) olmaksızın bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Maide 32).
Biz her insanı, bu ülkeye ait olsun veya olmasın, inansın veya inanmasın, bir ormanda veya çölde yaşasın yahut yaşamasın sırf insan olmasından dolayı temel insan haklarına sahip olduğunu kabul ediyoruz. Aynı zamanda, bu hakları tanımanın her Müslüman'ın görevi olduğunu vurguluyoruz.
Birleşmiş Leşler...
20. yüzyılın ortalarında, şimdi "Bölünmüş Milletler" şeklinde tanımlanması daha uygun olabilecek "Birleşmiş Milletler", Evrensel İnsan Hakları Beyannamesini yayınlamış ve soykırımı kınayan bir karar çıkarmıştır; düzenlemeler soykırımı önlemeyi dile getirmektedir. Fakat bunlar sadece göstermelik (pious) bir umuttur. Bu düzenlemelerin arkasında ne bir yaptırım ne de onları uygulayacak bir yetki, güç ve ahlak bulunmaktadır. Tüm bu gösterişli Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen insan hakları, ağır bir şekilde ihlal edilmeye devam edilmektedir.
Reklam
Batıda insanlar, dünyadaki tüm faydalı gelişmeleri kendile- rine atfetmeyi huy edinmişlerdir. Örneğin temel insan hakları kavramının dünyada ilk defa, İslam'ın gelmesinden 600 yıl sonra düzenlenen Britanya'nın Magna Carta'sından kaynaklandığı gürültülü bir şekilde iddia edilmektedir. Fakat gerçek, 17'nci yüzyıla kadar hiç kimsenin, jüri tarafından yargılama, Habeas Corpus ve vergilendirmenin parlamentonun onayına tabi olması prensiplerini içeren Magna Carta'nın tartışmasını hayal dahi etmemiş olmasıydı. Magna Carta'yı tasarlayanlar bugün yaşa- salardı kendi belgelerinin bu ideal ve prensipleri kutsal kabul ettiğinin konuşulmasına büyük ölçüde şaşırmış olacaklardı.
İslam'ın yaptığı sürekli talep, ahlak prensiplerinin ne paha- sına olursa olsun ve hayatın tüm kesiminde uygulanması gerektiğidir. Böylece devletin politikasının adalet, doğruluk ve dürüstlüğe dayanması gerektiği değişmez bir prensip (policy) olarak konulmaktadır. Ulusal, idari ve politik çıkarlar uğruna adaletsizliği, yalancılığı ve yolsuzluğu tolere etmek, hiçbir durum altında razı olunamaz. İster devlet sınırları içerisinde yöne- ticiler ile yönetilenler arasında isterse de devletin diğer devletlerle ilişkilerinde olsun öncelik her zaman doğruluk, dürüstlük ve adalete verilmelidir.
İslam, bize, arzu edilen faziletleri ve arzu edilmeyen kötülükleri tam olarak bildirerek ahlak sisteminin kesin bir çerçevesini çizmektedir. Bu çerçeveyi göz önünde tutarak İslam devleti, kendi mutluluk ve refah programını herhangi bir çevrede ve her yaşta düzenleyebilir.
Kur’an-ı Kerim ve Muhammed (s.a.v.) uğruna canlarını ve kanlarını feda edecek olanlar az değildir. Lakin Kur’an’ın ve Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği şeriatı bilen ve anlayanlar, parmaklarla sayılacak kadar azdır. Bu cehalet ve kargaşanın sonucu olarak, kendilerine Müslüman diyen ve İslam davası güden pek çokları çeşitli hurafe, vehim ve şirke kendilerini kaptırmışlardır."
Reklam
Bu dinin ruhunu bilmeyen, hikmet ve inceliklerini kavramayan, prensiplerini idrak edemeyen ve onun irşadları üzerinde derin düşüncelere dalmayan birinin, bu dinin çizdiği ve insanlığı çağırdığı yolda istikametli bir şekilde yürümesine imkân yoktur. Ve böyle bir kimsenin, ta kalbinin derinliklerine nüfuz etmedikçe diliyle ikrardan öteye geçmeyen imanının hiçbir kıymeti yoktur.
“Allah’tan başka veliler edinenler ‘Onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye,ibadet ediyoruz’ derler.” Zümer, 3 “Onlar Allah indinde şefaatçilerimizdir derler.” Yunus, 18
“Denizde bir afete yakalandığınız zaman Allah’tan başka, çağırdıklarınızın hepsi kaybolur gider.Ama, O sizi karaya çıkarıp kurtarınca yine yüz çevirirsiniz.Zaten insan pek nankördür.” Yunus, 67
O halde, İslam demokrasisini, Batı demokrasisinden ayıran nedir? İkincisi halk egemenliği (popular sovereignty) konseptine dayandığı halde ilki, halk hilafeti (popular khilafa) prensibine dayanmaktadır. Batı demokrasisinde insan egemendir; İslam'da ise egemenlik Allah'a verilmiştir ve insanlar O'nun temsilcisi veya halifesidir. Batı demokrasisinde insanlar kendi kanunlarını yaparlar; İslam'da ise Allah tarafından peygamber yoluyla gönderilen kanunlara (şeriat) uyulması ve bu kanunların takip edilmesi zorunludur. Birisinde hükümet, insanların isteklerini yerine getirmeyi üstlenir; diğerinde ise hükümet ve insanlar, Allah'ın isteklerini yerine getirmek zorundadırlar.
İslam'ın siyasal sistemi, Tevhid (Oneness of God), Risalet (Prophethood) ve Hilafet (Caliphate) olmak üzere üç prensip üzerine dayanmaktadır.
1,500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.