Gözyaşlarımın kendilerine ait bir sesleri vardı ve gözlerimden değil,kalbimin en derin, en karanlık köşesinden çıkıyorlardı, benim bile doğru düzgün bilmediğim bir hikaye anlatıyorlardı bana.
“Unutma , “ derdi tekrar,”kendi sesin! İşte en önemli şey bu.Senin sesin! Dünyada hiçbir tarza, hiçbir modaya oturtulamayacak kadar sesin olan bir üslup.Elin gibi, gözün, bakışın,gülüşün gibi senden bir parça.”
Bütün anakaralara uzak, geceleri baygın yasemin kokularına bürünerek, kış ve yaz aynı ılıman iklimle sarılıp sarmalanarak, ağaçların arasında yitip gitmiş kırk eviyle kendine yeterek sürüp giden başlı başına bir dünyaydı burası.
Her bir insanın hikayesi, bizi kendi başımızdan geçen olaylar kadar ilgilendirirdi.Yeter ki kendi gerçekliği içinde kavransın.Her hikaye, sonuçta insan
varoluşunun bir hikayesi değil miydi? Ve akıp giden hayatın?
İstanbul İstanbul’du işte.Zalim, tehlikeli, ama bir o kadar da güzel.Profesörün dediği gibi:”O hep sana ihanet eder ama sen yine de onu sevmeye devam edersin.”