Endişeden bayılacak kadar harap olmuştum, sisler içerisinde, kafam karışmış halde ortalıkta dolanıyordum, çamaşır yıkadım. İçinde boğulacakmışım duygusuna kapıldığım, nefret ettiğim bir şeydi çamaşır; bitmek bilmeyen çamaşırları yıkamak zorunda olmak bana normal bir yaşamın en sıkıcı, en boş, en duygusuz işi gibi geliyordu. (...) Dağ gibi yığılmış çamaşırlar olmasaydı, diye düşünürdüm o zamanlar, çok daha mutlu olabilirdim, okumam gereken, okumayı özlediğim kitapları okurdum, ama bunun yerine bir makine dolusu daha çamaşır yıkamalıydım, yıkadıktan sonra da asılması imkânsız çarşafları kurumaları için asmalıydım, bir de yağmur ya da kış meselesi vardı, çamaşır askılığı küçük olduğundan veya üzeri zaten çoraplar, külotlar, etekler, bluzlar, fanilalarla dolu olduğundan çamaşırları kapı, sandalye üzerine asmak zorunda kalıyordum ve çamaşıra lanet okuyordum. Ancak dünya başıma geçince, kafam bozukken, pes etmişken çamaşırlar beni ayakta tuttu, çamaşırları yıkayıp asmak için harcadığım zaman, kuruduklarında onları katlamak, çocuklar gece yattıklarında dolaplara yerleştirmek, sonra da çamaşırlar yıkanıp, kurutulup, katlanıp, dolaplara tertemiz yerleştirilince uyuyakalmak, o zaman çamaşırlar hayatımı kurtardı diye düşündüm.