Sabahattin Ali Türk Edebiyat'ının önemli hikayecilerinden biri ve yaşadıkları ile bir dönem Türkiye'sinin sosyo-politik yapısını gözler önüne sermekten çekinmemiş bir kalemdir.Kızı Filiz ve eşi Aliye Ali'nin elinde yıllardır bir sandık dolusu kağıtlardan oluşan
ve bu kitapta yayımlanmamış eserleri arasında ikisi tam, biri bitmemiş üç kısa hikâye, bir uzun hikâye, on bir şiir, bir hikâyesinin opera formunda yeniden yazımı, ileride yazmayı planladığı hikâye ve romanlarına dair kısa notları, eski yazıyla kendi el yazısı ve kendi çizimlerinden oluşmakta.Kitaba ismini veren hikaye Abdülhamid döneminde geçer. Küçük yaştaki Mehmet'in babasının intikamını ve yediği dayakların faturasını Abdullah Efe'ye gümüşlü martini ile ödemesi ve dağları mesken tutmasının anlatıldığı düzenine olan isyanın hikayesidir.
Bu kitabı bitirdiğim Sabahattin Ali'nin hatıra defterini okumuşum gibi hissettim.Keyifli bir okumaydı benim için tavsiye ederim.
Arka kapaktan;
Ben hayatta herkese karşı lakaydımdır... Bu bende sevmek hissinin mefkudiyetinden değil çok fazla oluşundandır. Ben sevdiklerimi köpek gibi severim yavrum... Zelilâne severim."
Gerçi o kıvamlı sıvı süzüyor bir sürü şeyi ama yine de geliyorlar. Duyu denilen şey bitse de hatırlama kalıyor geriye. O en güçlüsü çünkü. Anıların kodları zamanın en derinlerine işleniyor. Mesela ekmeğin kokusu değil ama ekmek kokusuyla ilgili anılar geri geliyor. Pankart sesleri, açılıp kapanan demir kapılar, sehpaya çıkan arkadaşlar, Pazar kahvaltısındaki ayva reçeli, eski cezvede kaynayan yumurta, rüzgarda kuruyan nevresimler, ipte unutulmuş mandalların kararması... Hepsi aniden geri geliyor. Ama onları tutamıyorsun da. Eski sandık kokusu gibi işte
sarı lamba hasır döşek hatırım
tabakada tütün bizden sayılır
çifte kırma çıkar damda yatırım
söğüt kovuğu bal bizden sayılır
boz eşek yılkı atım çirkef katır
eğeyle bilenir bıçak ve satır
hasan ali dayım neler anlatır
Uzun zamandır okurken gururlandığım, gözlerimi dolduran, duygudan duyguya sürükleyen, hele böyle merakımı arttıran, bitirdikten sonra da uzun uzun araştırmalar yaptıran böyle bir kitap okumamıştım. Zaten Nevşehir'i ayrı severim, kitapta da masal şehir olarak bahsedilmiş, bence fazlasıyla haklı. Belki o da bende bir bağ kurdurmuştur bilmiyorum
Biraz elek, biraz da yelken,
Gömü ve gömüt birini.
Eski bir sandık,
Ki açmamış yıllardır
Hiçbir anahtar kilidini,
Pasını teriyle pekiştiren,
Yüreği balık gibi dönen birini...
Bilindiği üzere Osmanlılarda arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama sisteminin olmadığı devirlerde, devlet daireleri bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken evrakı bir torbaya doldurarak saklarmış. Arşiv evrakı birbirine karışmasın ve arandığı zaman kolay bulunabilsin diye
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında kağıt biraz ucuzlayıp çocuklarda okuryazarlık oranları hızla yükselince, çocuk edebiyatı da çocukların gerçekten ne istediğini dikkate almaya başladı. Peri masallarının insanı içine çeken açlığı dizginlerinden boşalıp, geliştirilen yeni matbaalarla bir araya gelince çocuk romanlarının önü açıldı. Çocuklar için
Güney Hunları yıllık vergiye MS 50 yılında bağlanarak Çin'in üstünlüğünü tanımışlardı. O yıl Şanyü Pi, oğluyla vergisini Han sarayına göndererek bağlılığını bildirdi. Buna karşılık Çin imparatoru kendisine on bin parça ipek kumaş, on bin sandık ipek, yirmi beş bin çuval kuru pirinç, otuz altı bin baş sığır ve koyun verdi. Güney Hunları eskisine oranla daha sıkı bir şekilde bağlanmıştı. Her yıl vergi ödeneceği gibi aynı zamanda rehine olarak gönderilen oğulun yenisi yollanacak karşılığında eski rehine sağ salim iade edilecekti. Çinliler de Hunlara karşılığında yıllık hediye verecekti.
Kim bizi bir daha
hayatın sonraki kesişme noktasında
karşılıklı durduk, yüzyüzeydik
kim bizi bir daha
ayrıksı bir duruştu ortasında insanların
bakışmasız, eksik, sözcüklere yüklenmiş
sözcüklerin oylumu ne kadarsa
ah tasa
ilmikleri bağları renkleri
dürüp koyduğumuz eski sandık
açılabilir mi, açılsa
hayır söylenmedi
ne tını ne vurgu ne açıktan
hayır söylenmedi
orda kaldı ve burda kaldı
aşkın ve özleyişin sezgisi
küçülmüş büzüşmüş dertop
orda kaldı ve burda kaldı
çöl ortasında
...Yahudiler'in yeni öğretisine göre, Mesih'in dünyaya inmesi ve bu ırkı dünyanın hâkimi kılması üç şeyin ardından meydana gelecektir: Birincisi, Kutsal Topraklar'da Yahudi nüfusunun artırılmasıdır. Bu amaçla yüzyılın başında binlerce Yahudi, bu topraklara yerleştirilmiş ve devrin petrol baronlarının yardımıyla 1948 yılında, bir
Filistin'in Yafa kenti Osmanlı'nın da göz bebeğiymiş. Buranın valileri İstanbul'daki padişaha hediye olarak Yafa'nın en güzel portakallarını sandık sandık gönderirmiş. Yafa'nın eski adı Yafi yani "güzel şehir" imiş. Bizde ise Akdeniz'in gelini diyorlar Yafa'ya yani 'Arus El-Bahr. Çocukluğumda kent, büyülü bir bahçe gibiydi. Portakal bahçelerinin çiçekleri yaseminlerin kokularına karışırdı. Hemen tüm kır çiçeklerinin, portakalın, tarihin güzel kenti Yafa işgalden sonra tüm bu cazibesini kaybetti.
Yafa güzel bir bölgede bulunduğu için her zaman emperyalist güçlerin saldırılarına maruz kalmıştır. İngilizlerden önce Napolyon bu kenti almaya çalışmıştı. Fakat Filistinlilerin direnişi sayesinde Akka surlarını yıkıp girememişti. Benim çocukluk hatıralarımda nasıl silinmez izler bırakmışsa aslında Yafa hemen hemen her Filistinlinin zihnine yerleşmiş ve kazınmıştır. Türkiye'de İstanbul'un yeri neyse bizim için de Yafa ve Hayfa aynısıdır.
Şimdi düşünüyorum da, o çekmecelerin köşelerinde, albümlerin sayfaları arasında, eski sandık sepette aradığım, aslında kendimdi. Bugüne kadar hiç kurcalamadığım kendim.