Sizi En Çok Ne Mutlu Ediyor? Bu incelemeyi sizin yorumlarınız yazacak. Nasıl mı? Kitabın yazarı Frankl'a göre her insanın anlam arayışı kendisine özgüdür. O zaman size soruyorum: Kendi anlamınızı nerede arıyorsunuz? Gelecek için bilinçli çocuklar yetiştirmekte mi? Allah'a inançta mı? Kitap okumakta mı? Hayvan sevgisinde mi? Belki de hiç
Hiçbir bilinçli varlık olmasa bile nesnel dünyanın var olacağı ilk bakışta su götürmez bir doğruluk gibi görünür. Çünkü bu, genelde, içindeki çelişkiler aydınlatılmadan düşünülebilir. Gelgelelim bu soyut düşünceyi anlamak istersek, açıkçası onu algının tasarımlarından türetmek istersek işler değişir. Bu düşünce, (soyut her şey gibi) ancak algının
Sayfa 18
Reklam
Kırılmak diye bir şey var... Eskiden umursamadığım birçok şeyi şimdilerde fazlasıyla kafama takıyorum... İncitildikçe sürekli alttan almayı marifet sayardım önceden. Gerçek sevginin de her kusuru örtmek olduğuna inanırdım. Oysa asıl marifet, gerçekten sevdiğin insanı bile bile kırmamakmış! 'Nasıl olsa seviyor' deyip aynı hataları onlarca kez yapmamakmış. Doğru sandığım bir sürü yanlışı görememişim onca zaman. Sevginin fazlası insanın gözünü nasıl da kör ediyormuş meğer... Bütün bunları düşündükçe en çok mutlu ettiğin anlarda bile aslında hiç sevmediğini anlıyorum. Bu, beni sana daha düşman yapmıyor ya da daha kızgın... Fakat sana karşı daha fazla kırgın olduğumu inkar edemem... İçimde seni güzel kılacak bir şeyler bulamayışım ne acı. Keşke senin gözünde birazcık değerli olduğumu hissedebilseydim... En çok da buna kırgınım. Ve ne yazık ki ağaçlar gibi kırıldığı yerden filiz veremiyor insan...
Çünkü ben bir yüz yıl kadar daha yaşarsak-bahsettiğim yaşam bireyler olarak kendi içimizde sürdüğümüz küçük, aynı yaşamlar değil ama gerçek hayat olan ortak yaşam-, her birimizin yılda beş yüz pound geliri ve kendine ait bir odası olursa, özgürlük alışkanlığına ve tam olarak düşündüklerimizi yazma cesaretine sahip olursak, ortak salondan azıcık kaçıp İnsanları sadece birbirleriyle ilişki içinde değil, aynı zamanda gerçeklikle ilişki içinde görürsek, gökyüzüyle ağaçları ve karşımıza çıkan her neyse onu kendi içinde olduğu gibi görürsek, Milton'in öcüsünün ötesine bakabilirsek ki bakmalıyız çünkü hiçbir insan önümüzü kapatmamalı, yaslanacak bir omuz olmadığı gerçeğini kabul edersek çünkü bu bir gerçek, aslında hayatta yalnız ilerlediğimizi ve sadece erkekler ve kadınların dünyasıyla değil, aynı zaman da gerçekliğin de dünyasıyla bir alakamız olduğunu kabul edersek, işte o zaman fırsatın geleceğine, Shakespeare'in kız kardeşi olan ölü şairin sık sık çıkarıp bir kenara kaldırmak zorunda olduğu bedeni geri giyeceğine inanıyorum. Tıpkı eskiden ağabeyinin yaptığı gibi, kendinden önce gelen adsız kadınların yaşamlarıyla canına can katarak yeniden doğacak. Biz bu hazırlığı yapmadan, biz bu çabayı sarf etmeden, o yeniden doğduğunda yaşamasını, şiirini yazmasını mümkün kılmayı kafaya koymadan ortaya çıkma ihtimaline gelince, bunu bekleyemeyiz, bu imkansız olur. Ama bizler onun için çalışırsak geleceğine hálà inanıyorum: yoksulluk ve bilinmezlik içinde bile olsa çalışmanın değerli olduğuna da.
Sayfa 118Kitabı okudu
Ama yeri geldiğinde hepimizin kapılabileceği bu etkileniş, yoğun olsa da, geçicidir ve hayatımızı karmakarışık edecek ölçüde içimize işlemez. Bir gün, hiç beklenmedik bir anda, ansızın üzerimize gelir; birkaç dakika boyunca, aşina olduğumuz şeyler, bize yakın olmalarına rağmen, sanki bizim dışımızdaymış, bizimle ilgisiz, uzak şeylermiş gibi görünür. Her gün defalarca kullandığımız, en çok bilinen sözcük, kulağa yabancı gelmeye başlar, anlamından sıyrılır, gürültüye dönüşür. Garipser, yinelemeye başlarız; ama sözcüğün yinelenmesine rağmen, eskiden bizim için apaçık olan anlam geri dönmez, tam tersine, ne kadar yinelenirse o kadar tuhaf ve yabancı gelir kulağımıza. İstenmediği halde beliren, objelerle bizi aynı anda kuşatan bu anlam yokluğu, bize çabucak gerçek dışılığın hazzını aşılar; günler uyuşukluğun ağırlığıyla incelir, ağızda bir tat, muğlak bir hatırlayış, bir karşı çıkışın dünyayla ilişkimizi biraz bulanıklaştıran gölgesi kalır geriye. Göz kamaşmasının ardından, hiç farkına varmaksızın, belli belirsiz göz kırpmaya başlarız ve hezeyandan sakınmak için dünyayı aklamayı, bu tuhaflığın sorumluluğunu kendimize yüklemeyi yeğleriz. Sallantıda olanın, bocalayanın dünya değil insan teki olması bin kez daha iyidir.
Sayfa 122Kitabı okudu
1846 yılında yirmi sekiz yaşındaki Macar doktor Ignaz Semmelweis Viyana Üniversitesi kadın doğum bölümünde asistan olarak çalışmaya başladı ve neredeyse ilk gününden itibaren saplantılı bir adam oldu. O tarihte Avrupa'nın doğum kliniklerini saran salgın hastalık lohusa hummasıydı. Genç Semmelweis'in çalıştığı hastanede her altı anneden
Sayfa 199Kitabı okudu
Reklam
521 öğeden 261 ile 270 arasındakiler gösteriliyor.