Onunla gitmek istiyorum, çünkü seviyorum
Bilmek istemiyorum neye patlayacağını
Düşünmek istemiyorum, iyi olup olmayacağını
Bilmek istemiyorum, beni sevip sevmediğini
Onunla gitmek istiyorum, çünkü seviyorum.
Ben, Bertolt Brecht, Karaormanlar'dan
Kentlere taşımış annem beni rahminde
Bu yüzden soğuğu ormanların
Ben ölene dek kalacak içimde
Asfaltkentte evimde gibiyim. Baştan beri
Donatılmışım bütün ölüm nesneleriyle
Gazetelerle, tütünle ve alkolle
Halkın milli mücadele yıllarında kendi yaşam alanlarını, rutinlerini bozacakları endişesiyle dönemin münevverlerini tehdit olarak algılaması; toplumun, aydınları “yaban” diye nitelendirerek, ötekileştirerek savaş yıllarında farklı bir savaş başlatması. Bu süreçlerin Ahmet Celal karakteri üzerinden (cemaat-birey çatışmasının) açık bir üslupla anlatıldığı roman.
182. sayfadan olan bu alıntı bütün kitaba kısa bir bakış açısı sağlayabilir.
“Yıllarca, meçhul bir vatanın, bir ideal yurdun hasretiyle yanıp tutuştu. Elle tutulmaz, gözle görülmez bir sevginin peşinden yıllarca koştu. Onun yoluna ağladı, güldü, söyledi ve öbür dünyaya göçeceği gün bildi ki, meğer hepsi yalanmış.
Ah, işte ona her şeyden daha acı gelen bu oldu. Bütün bir örnrün boş yere akıp gittiğini öğrenmek, bütün bir gençliğin boş emeller, boş hayaller, sakat işler peşinde heder olduğunu görmek; giderayak, birdenbire gerçeklerin en iğrenci, en korkuncu ile karşı karşıya gelmek... İşte, kabir azabından önce, Ahmet Celal bu ateşlerden geçti. Bu zebanilerle düşüp kalktı. Ona asıl bunun için acıyınız.”
Doğanın döngüleriyle bağlantıları olan geleneksel ve organik zaman anlayışı modern çağla birlikte terk edildi. Modern insanlar, bunun yerine mekanik zamanı icat etti. Saati yüceltip şehir kulelerine yerleştirdiklerinde ise yaşamın ritmiyle olan bağlarını iyiden iyiye koparmışlardı.
Kültür sayesinde deneyimin hem kendisi hatırlanabiliyor hem de gelecek kuşaklara aktarılabiliyor. Bunun için DNA'da hiçbir değişim gerekmiyor. Değerli olan herhangi bir bilgi, sadece tek bir kişi tarafından deneyimlense dahi, insanlığın kalıcı mirasının bir parçası olabiliyor. Bu da, yazılı veya sözlü, dilin gücünü gösteriyor. Örneğin Zhang Zai'nin Batı Yazıtları'ndan devraldığımız Neo Konfüçyüsçülük mirası şöyle diyor: “Cennet babam, Dünya ise annemdir, ve benim gibi küçücük bir mahluk bile aralarında kendisine sıcak bir yer bulabilir. Öyle ki, evrene doğru uzananı bedenim, evreni yönlendireni doğam sayarım. Her insan kardeşim, her şey yoldaşımdır.”
Her hayatın kendine göre bir başlayışı, bir bitişi vardır. Bunu değiştirmek kimsenin elinde değildir ve olmamalıdır. Hayat, bölünmez bir şeydir. Onun belirli ve mukadder mimarisini değiştirebilir miyiz? Değiştirmek elimizde midir? Ve değiştirirsek güzel, iyi bir iş olur mu?
Ben, için için ta ilk gençlik anılarımdan beri, için için, bir dramın bütün safhalarını yaşadım. Sanki, kendi kendimi seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktördüm. Bir tragedya aktörüydüm. Şimdi son perdeyi oynayacağım sırada birdenbire rolümü değiştirip bir başka adam mı olayım?
Yok; Hamlet gibi başladım, Hamlet gibi bitireceğim.
- Bir şey yok; yüreğim tıkandı; arasıra böyle olurum. Sonra geçer. Bu bir dertmiş. Beni askere aha, bundan almadılar. İçimden, belki Cennet de seni bundan istememiştir, dedim. Onunla yalnız kaldığımız zaman, bazen Cennet'in bahsini açarım. O vakit, gözleri parıldamaya başlar. Sıska vücudu bir yay gibi gerilir.
- Nasıl hiç haber aldığın var mı?
- Heriften ayrılmış diye işittim.
- Ya şimdi ne yapıyormuş?
- Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyeler.
Bunu duyunca ben ondan ziyade mahzun oluyorum. Fakat, o sırıtıyor.
- Ben dedim. Ben dedim. Elbet, bir gün pişman olup gelecek.
- Ya gelince kabul edecek misin?
Cevap vermeden önüne bakıyor. Kendinden emin değildir. Hangimiz kendimizden emin olduk? Biz, erkekler, zavallı yaratıklarız.
Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?