Etkilendiğimiz, farkına vardığımız ve varlığından mutluluk duyduğumuz beş duyumuz vardır. Bu duyular duyumsanacak
dünyayı bizim için yapılandırırlar. Başka duyular da vardır -gizli duyular, altıncı duyular- en az diğerleri kadar yaşamsal
ama söze dökülmemiş ve farkına varılmamış duyular. Bunlar, bilinçdışı, otomatik ve keşfedilmesi gereken duyulardır. Tarihsel
olarak keşfedilmeleri gecikmiştir. Viktorya döneminde "kas duyusu" olarak adlandırılan eklem ve tendonlardaki reseptörlerin
vasıtasıyla bedenin, uzuvların göreceli pozisyonunun fark edilmesi 1890'lı yıllarda yalnızca tanımlanmıştı (ve "özduyum"
olarak adlandırıldı). Bedenimizin boşlukla hizalı ve dengede durmasını sağlayan karmaşık mekanizmalar henüz bu yüzyılda tanımlandı ve gizemleri henüz çözülmüş değil. Belki de iç kulağımızın, vestibüllerimizin ve bedenimizin duruşunu yöneten diğer gizli reseptör ve reflekslerimizin değerini ancak uzay
çağında, yerçekiminden uzak bir yaşama kavuştuğumuzcia anlayacağız.
Normal bir insan için, normal şartlarda bunların varlıkları belirgin değildir. Ama yoklukları oldukça önemli bir etki yaratabilir. Eğer gözardı edilen gizli duyularımızda yanlış (veya saptırılmış) bir duyum varsa, çok tuhaf, bir anlamda körlük ve sağırlığa benzer, dile dökülemez bir yaşantı gelişir. Eğer özduyum tamamıyla bozulmuşsa beden kendine kör ve sağır olur, (Özduyum anlamına gelen proprioception'ın, Latince kökü pmprius'un belirttiği gibi) kendine "sahip olmayı" ve kendini kendi gibi hissetmeyi yavaş yavaş bırakır.
Dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı
benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu
ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden
gelir.
"Nasıl çalıştığımızla ilgili ne değiştirebiliriz?" ve "En büyük sıkıntı noktamız nedir?" Eğer bu sorular derhal cevaplanabilirse, bir ekip hiç kimsenin hayal etmediği kadar hızlı ilerleyebilir.
İşin can sıkıcı tarafı ise, saatler böyle tersine dönünce, uyandığımda hava kararmaya başlamış oluyor. Bedenim ve ruhumla sabahın apak aydınlığına dalamamak bende melankolik bir dehşet yaratıyor
Eğer insanlık uzun bir ortaçağ içinde batacağına Yunan mucizesi zamanındaki gibi ilerlemeye devam etseydi kim bilir neler olurdu? Sanat, bilim, düşünce alanlarında nerelere gelinirdi? İnsan zihni aynı ritimle ve tüm alanlarda serpilmeye devam etse kim bilir hangi noktaya yükselmiş olurdu?
"Bir an Zaim'in bana çok uzaklardan baktığını, benden çoktan vazgeçtiğini hissettim. Benimle artık yalnız kalamıyordu.Beni dinlerken bana değil, arkadaşlara ne diyeceğine dikkat ediyordu. Bunu yüzünden okuyordum artık."
"Kemalciğim o insanlar seni dışlamadı, sen onları dışladın."
"Ne yaptım yani?"
"içine çekildin. Bizim alemimizi yeterince ilginç, eğlenceli bulmadın. Kendine göre derin, manalı bir şey yaptın. Bu aşk senin iddian oldu. Bize kızma..."
"Diplomatik küskünlük" dediğim bu küskünlüğüm, kalp kırıklığının acısından çok, bir mecburiyete dayanıyordu: Bize kötü davranan kişiye, aynı şeyi bir daha yapmasın diye bizim de bir ceza vermemiz ve gururumuzu korumamız gerekir.
Suskunlukla geçirilen her an uzaklığı arttırır. Karşılıklı suskunluğun kendine özgü yasaları var. Suskunluğun, süresinin karesi ile çarpılarak hesaplanan yasaları.