Mustafa kutlu aslında çok beğenerek okuduğum bir kalem. Kendisini dergah dergisinde köşe yazarlığı yaptığı dönemlerde tanımıştım. Gençlik yıllarında, özellikle üniversite yıllarında kendisinin İslam ve modernite çerçevesinde gelişen, gençliğe dair yazıları beni kendisine bağlamıştı. İlk ya tahammül ya sefer adlı bu hikaye kitabını okuyarak başladım. Açıkcası gazetelerde ve dergilerde okuduğum Mustafa kutlu ile arasında çok fark vardı. Her öykü aslında bir önceki öykünün devamı niteliğinde. Lakin genel olarak olay örgüsü kopuk bir şekilde ilerliyor. Cümleler kesik kesik olduğu için açıkçası beni kitaba uzaklaştırdı. Bir sonraki Mustafa kutlu eserinde görüşmek dileğiyle.
Güçlüklerle arena savaşçısı olmak
-ki yaşamaktır bu insanoğlu için-
Korkmadan
ve cesurca savaşmak
Bir güzele yenilmeden kalabilmek
Bir gül kokusunda bayılmamak
Hatta ve hatta yaşabilmek
Sanırım bu çağın kendisidir
Şairim ve korkuyorum
Arena’nın tam ortasında
Çelik ruhlu zırhımı unutmuş
Bileklerim bağlı şekilde
Beni yenecek güzele esir oluyorum
Ve Yehova* “Bunların hepsi tek kavim”
dedi. “Konuştukları dil aynı, giriştikleri
işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar.
Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım
şunların birbirlerini anlayamaz
olsunlar”. Ve âdemoğulları kentlerini
kuramadılar. Oraya Bâbil dendi. Bâbil,
yani karışıklık.
Tevrat
Hakikati bulan, başkaları farklı
düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan
çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır.
Bir adamın “benden başka herkes
aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama
sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe
“... Düşünenin görevi: insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.