Kaan Ö.

Kaan Ö.
@gavroche
29 librarian point
118 reader point
Joined on March 2013
Bilgiçlikten ve bilimsel jargondan tiksinirim. Cahiers du Cinéma'daki bazı yazıları okurken kahkahalarla güldüğüm çok olmuştur. Bir gün fahri başkanı olduğum Meksiko City'deki Centro de Capacitacion Cinematografica adlı yüksek sinema okuluna davet edilmiştim. Beni üç dört profesörle tanıştırdılar. Aralarında kılık kıyafeti yerinde, efendi, mahcubiyetinden kızaran genç bir adam vardı. Branşının ne olduğunu sordum. Şöyle yanıtladı: "Klonik göstergebilimi." Onu oracıkta öldürebilirdim. Paris'e özgü tipik bir tavır olan bilimsel jargon, az gelişmiş ülkelerde üzücü boyutlara ulaşmaktadır. Bu, kültürel sömürgeciliğin çok açık bir örneğidir.
Sayfa 279 - Afa Yayınları
Reklam
Ölüm
Bir üzüntüm var: Neler olup bittiğini artık bilememek! Sürekli değişen bir dünyadan koparılıp alınmak! Sanki bir dizinin orta yerinden koparılıp alınır gibi. Öyle sanıyorum ki, ölüm sonrasına duyulan merak, eskiden pek yoktu. Veya hiç değişim göstermeyen bir dünyaya daha az raslanıyordu. Bir itirafım olacak: Kitle iletişim araçlarına duyduğum nefrete rağmen, her on yılda bir, ölüler dünyasından uyanabilmeyi, bir gazete bayiine yürüyebilmeyi ve bir-iki gazete almayı isterdim. Başka bir şey dilemezdim. Kolumun altında gazetelerim, soluk benzimle, duvarların dibinden usulca geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felaket haberlerini okur, sonra da, mutlu bir şekilde, güven verici sığınağımda yeniden uykuya dalardım.
Sayfa 326 - Afa Yayınları
Yaşlılık...
Kendi tanımımı kolayca yapabilirim. Yaşlıyım... Benim ana hastalığım bu. Ancak evimde rahat edebiliyorum, günlük yaşantıma sadık kalarak... Kalkıyor, bir kahve içiyorum. Yarım saat kadar beden hareketi yaptıktan sonra, elimi yüzümü yıkayıp bir kahve daha içiyor, bir şeyler yiyorum. Saat 9.30 veya 10 olmuştur. Dışarı çıkıp evlerin çevresinde bir gezinti yapıyorum. Sonra, öğlene kadar can sıkıntısı içinde oturuyorum. Gözlerim güçten düştü. Ancak büyüteçle ve özel bir aydınlatmayla okuyabiliyorum. Bu beni çok yoruyor. Sağırlığım ise, uzun bir zamandır müzik dinlemekten alıkoyuyor beni. İşte o zaman bekliyor ve düşünüyorum. Eskileri anımsıyorum, sabırsız hareketlerle saatime sık sık göz atıyorum. Çalışma odamda, yavaş yavaş aperatifimi içtiğim öğle saatleri çok kutsaldır benim için. Yemekten sonra, saat üçe kadar koltuğumda birz uyuklarım. Üç-beş arası, benim en çok sıkıldığım saatlerdir. Bir-iki satır okur veya bir mektuba cevap veririm, öteberiye dokunurum. Saat beşten itibaren, koluma daha sık gözatmaya başlarım. Altıda alacağım aperatifime daha ne kadar var diye... Zaman zaman onbeş dakika hile yaptığım da olur. Bazen de saat beşten sonra, bir-iki dostumu konuk eder, onlarla gevezelik ederim. Saat yedide karımla yemek yer ve erkenden yatarım.
Sayfa 322 - Afa Yayınları

Reader Follow Recommendations

See All
80'lerden bir dilek
Nüfus patlaması beni o kadar korkutur ki, zaman zaman kendimi alamayıp evrensel bir felaket düşlediğim çok olmuştur. Öyle bir yıkım ki bu, benim de içinde olacağım iki milyon canlıyı yeryüzünden silip süpürüyor. Ama benim sözünü ettiğim bu felaket, doğal bir güçten kaynaklanmalı. Yer sarsıntıları, sel felaketleri veya dünyayı kırıp geçirecek bir virüs gibi...
Sayfa 320 - Afa Yayınları
Federico Garcia Lorca
Tanıdığım insanlar içinde Federico ilk sırayı alırdı. Ne tiyatrosundan ne de ozanlığından sözediyorum şu anda. İnsan olarak ele alıyorum. Üstün olan yapıtları değil, kendisi idi. Ona benzer birini bulmak olanaksızdır diyebilirim. Piyanoda Chopine'e öykünürken, bir sözsüz oyun hazırlarken, kısa bir tiyatro sahnesi sergilerken büyüleyici idi adeta. Sıradan bir şey okurken bile, dudaklarından dökülen dizeler bambaşka bir güzelliğe bürünürdü. Heyecanlı, neşeli, coşkulu bir yapısı vardı. Her yönüyle yaşam doluydu.
Sayfa 197 - Afa Yayınları
Reklam
Franko'nun körükörüne hasmı değildim. Gözüme şeytanın kendisi gibi görünmüyordu. Tükenmiş İspanya'yı, Nazilerin eline geçmekten kurtardığına bile inanmaya hazırım. Onun hakında, bir miktar anlaşılmazlığı da kabul ediyorum. Zararsız nihilizm hayalleri arasında kendi kendime diyorum ki, karşınızdakilerde, yani Franko yandaşları arasında daha yaygın olan kültür ve zenginliğin vahşeti azaltacağını umardım. Hiç de öyle olmadı, tam aksine. Bu yüzden şu anda sek martinimi içerken, paranın ve kültürün getireceği yarardan kuşku duymaktayım.
Sayfa 212 - Afa Yayınları
"Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." dersiniz ve ne dediğinizi kimse anlamaz. Sözlerinizi anlayanlar dahil. "Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." dediğinizde ne dediğinizi kimsenin anlamaması, bir gün aynaya baktığınızda karşınızda yaşlı bir adam görmenizden daha kötüdür. "Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." sıradan bir cümledir. Bu cümleyi siz de daha önce defalarca duymuş, "Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." diyen kimsenin ne dediğini anladığınızı düşünmüşsünüzdür. Ta ki, bir gün aynaya bakana ve karşınızda yaşlı bir adam görene kadar. Sözlerinizi duyanlar, bu sözlerin ne ifade ettiğini anladıkları için, ne söylemiş olduğunuzu da anladığınızı zannederler. Ne dediğinizi anlamadıkları halde anladıklarını zannettiklerini derinden duymak bizi ya bir kuleye hapseder ya da fildişi kuyu yalnızlığında bir yere götürür. "Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." dediğinizde ne dediğinizi anlatabilmek için, 4211 sayfa, yedi cilde bölünmüş ve içinde "Bir gün aynaya baktım ve karşımda yaşlı bir adam gördüm." gibi bir ifade geçmeyen bir roman yazmak gerekir. Fildişi kuyudan çıkabilmenin tek yolu budur. Bana göre Marcel Proust bunu yapmıştır.
Sayfa 199 - İthaki Yayınları
Çevirmenin önsözünden...
James Averill duygulanımın doğasını şöyle anlatıyor: 'Emotion' Latince 'e+movere'den türetilmiştir. Fiziksel ve psikolojik rahatsızlık, huzursuzluk, ıstırap, çalkantı, altüst olma durumlarına karşılık olarak kullanılır. Duygulanımın psikolojik durumlar için kullanılması yeni bir gelişmenin sonucudur. Neredeyse 2000 yıldır (eski Yunan'dan on sekizinci yüzyıl ortalarına kadar) duygulanımlardan "tutkular" olarak söz ediliyordu. Tutku, yani 'passion' ise Latince 'pati' (acı çekmek) ve Yunanca 'pathos' sözcüğünden gelir İngilizcede edilgin (passive) ve hasta (patient) sözcükleri de aynı pati kökünden türetilmişlerdir. Bu kavramların kökündeki düşünce, bireyin bir değişmeyi başlatması ya da bir eylemi gerçekleştirmesinin tersine, başına gelen bir değişime katılmakta veya bu değişimden acı çekmekte olduğudur. Kavranma, kıskıvrak tutulma, yırtılma, parçalanma, altüst olma, darmadağın olma duygulanımı dile getirirler. Duygulanımlar bizim neden olduğumuz şeyler (eylemler) değil, başımıza gelen durumlardır (tutkular).
Sayfa 30 - Metis Yayınları
hımmm...
...gereğince sıkı ve titiz bir entelektüel disiplinden yoksun bir iki kuşak pratik yaşamda da gayet ciddi bozulmalara yol açmaya yetmiş, teknik meslekler de içinde olmak üzere bütün dallarda beceri ve sorumluluğa giderek seyrek rastlanır olmuştu... ...Şurası bilinmekte ve sezilmektedir ki, düşünme denen şey saflığını ve uyanıklığını yitirdi de usun saygınlığı kalmadı mı, gemiler ve arabalar da doğru dürüst işlemez olur, mühendisin hesap cetvelinin de, banka ve borsa matematiğinin de tüm geçerlik ve otoritesi sarsıntıya uğrayıp tökezler, anarşi boy gösterir. Uygarlığın dış yüzünün de, tekniğin, sanayinin, ticaretin de ortak bir entelektüel ahlak ve dürüstlük temelini gereksindiği düşüncesinin genel kabul görmesi kuşkusuz yeterince uzun zaman almıştır.
Sayfa 33 - Yapı Kredi Yayınları
Her birimiz iki kişiyiz; iki insan karşılaşıp, yakınlaşıp birbirine bağlandığında dördünün yıldızının barıştığı enderdir. Hareket edenin içindeki hayalci adam, zaten hareketliyle sık sık bozuşurken, Öteki’nde var olan hareketliyle ve hayalciyle nasıl dalaşmasın?
Can Yayınları
Reklam
İhtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz insanca bir davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil, arzulanır bulduğumuz şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan, gerekli olan ile arzulanır olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden, ekmeksiz kalmış gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte: sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi Ay’a göz dikmek. “Para yoksa ekmek de yok.”
Can Yayınları
Uygarlık, bir şeye uymayan bir ad vermekten, sonra da oturup bunun sonuçları üzerinde hayal kurmaktan ibarettir. Ve yanlış olan ad ile doğru olan hayal, sahiden de yeni bir gerçeklik yaratır. O şey, sahiden farklı bir biçime bürünür, çünkü biz onu farklı kılmışızdır. Gerçeklikler üretip dururuz. Hammadde hep aynıdır, ama sanatın yarattığı biçim, o şeyin aynı kalmasına engel olur. Çam ağacından yapılmış bir masa, gerçekten de çamdır, ama aynı zamanda masadır. Başına oturduğumuz şey de bir masadır, çam kütüğü değil. Aşk cinsel bir içgüdüdür; ama sonuç olarak cinsel içgüdümüzle değil, bir başka duygunun var olduğunu varsayarak severiz. Ve bu varsayım da hakikaten başlı başına, başka bir duygudur.
Can Yayınları
Sevilmek, gerçekten sevilmek nasıl büyük bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir yorgunluktur! Özgür olmayı, hep özgür olmayı istemiş bir insanı sorumluluk hamalına dönüştürmek: bazı duygulara cevap vermek, mesafeli davranmama inceliğini göstermek, sırf başkaları kendimizi bir heyecanlar prensi yerine koyuyoruz, insan ruhunun verebileceğinin azamisini kabul etmek istemiyoruz sanmasınlar diye. Nasıl da yorucudur varlığımızın bir başkasının duygularıyla olan ilişkisinin esiri olduğunu hissetmek! Öyle ya da böyle, ister istemez bir şey hissetmek, gerçekte tam bir karşılık bile bulmaksızın, biraz da olsa sevmek zorunda olmak nasıl bir yorgunluktur!
Can Yayınları
Aşk, güneş, uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları. Ne var ki, ister aşk, ister güneş, ister uyuşturucular olsun, hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir. Aşk bıkkınlık verir, umudumuzu kırar. Güneşin ardından uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır. Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur, çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi. Sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız. Sanat denince, zevk veren, ama bize ait olmayan her şey bunun içine girer: gelip geçen birinin bıraktığı iz, bir gülümseyiş, batan güneş, şiir, nesnel evren. Sahip olan, kaybeder. Bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur, çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir.
Can Yayınları
Sanat niye bu kadar güzel? Çünkü yararsız. Hayat niye bu kadar çirkin? Çünkü amaçlardan, tasarılardan ve niyetlerden örülmüş. Bütün yollar bir noktadan diğerine gitmek için çizilmiş. Kimsenin gelmediği bir yerden kimsenin gitmediği bir yere uzanan bir yol için neler vermezdim. Bir tarlanın ortasında başlayıp bir başkasının ortasında kayboluverecek bir yol yapmaya seve seve ömrümü adardım; uzatılsa bir işlev kazanacak, ama sonsuza dek yarım bir yol olarak kalıp yüceliğini koruyacak bir yola. Harabeler neden mi güzel? Artık hiçbir işe yaramazlar da, ondan. Geçmişin dinginliği mi? Olmadığı, olamayacağı şeyi bize hatırlatarak şimdiki zamana yansıtmasından kaynaklanır: Saçmalığı aşkım, saçmalığı. Ya ben, bunları söylerken – bu kitabı niye yazıyorum? Çünkü kusurlu olduğunu biliyorum. Sırf hayalde kalsa mükemmel olurdu; yazıya dökülünce kusursuzluğundan kaybediyor: İşte bunun için yazıyorum onu.
Can Yayınları
52 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.