İbn-i Sına bir gün deniz yolculuğuna çıkar ve gemide bir lügat bilginiyle arkadaş olur. Bu âlimin devrin hükümdarlarına takdim edeceği Arapça bir sözlüğü okumaya başlar. O kadar ki birkaç gün süren bu deniz seyahati esnasında koca kitabı ezberine alır. Gemi gideceği yere varınca içindekilerin her biri bir tarafa dağılır. Lügat bilgini, eserini takdim etmek üzere hükümdarın yanma girer, girer ama gemi arkadaşı olan zâtın, yani İbn-i Sina'nın padişahtan büyük saygı gördüğüne şahit olunca şaşkınlığı iyice artar ve bu hürmetin sebebini öğrenmeye çalışır.
Derken lügat âlimi eserini hükümdara takdim eder. Hükümdar da tetkik etmesi için îbn-i Sina'ya verir. Böyle yaparak kitabın değerinin olup olmadığını, yazarın ödüle layık bulunup bulunmadığını öğrenmek ister. İbn-i Sina esere biraz baktıktan sonra şunları söyler: Bu kitap yeni değildir, eskiden te'lif edilmiştir. Bu lügatçi daha önceden kaleme alman bir kitabı kendisine isnat etmiş, böylece te'lif hakkını gaspetmiştir. Bunun delili de benim. Ben bu kitabı ezbere biliyorum. İstersen sen kitabını aç, ben ezbere okuyayım!
İbn-i Sina bunları söyledikten sonra kitabı başından, ortasından ve sonundan sayfalarca okur. Tabii ki lügat bilgini bu manzara karşısında son derece mahçup olur, aynı zamanda İbn-i Sina'nın, kendisinin ilk defa kaleme aldığı böyle bir eseri nasıl olup da ezberlediğini bir türlü anlayamaz.Aradan çok geçmeden mesele anlaşılır; İbn-i Sina lügati birkaç günlük gemi yolculuğu sırasında ezberlediğini, yazarın mükâfata lâyık olduğunu söyler.