Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

cızırtılı şarkılar
Emre’yle arabanın içindeyiz. Derken deniz kıyısından epeyce yüksekte bir çay bahçesinin önüne, kocaman bir kameriyenin altına park ediyor arabayı. Pembeli morlu beyazlı çan çiçekleriyle bezeli, tül yapraklı bir sarmaşık seli bütünüyle örtmüş kameriyeyi. Bu şehre kaçıncı gelişimiz ama yine her zamanki heyecanla “gerçek değil bu” diyorum, “bu çiçekler... bu bu muhteşem koku, renkler,... ancak rüyalarda olur!” Belli belirsiz gülüyor bana Emre, “alışsan iyi olur artık daha sık karşılaşacaksın bu güzelliklerle” diyor. Araçtan çıkıp yürüyoruz. Bunaltıcı bir sıcak çökmüş şehre, inatla yürüyoruz ama tam tepemizden gelen güneş ışınları sanki hınçla kaldırımları dövüyor, gölgeden başını uzatanı yakıp kavuruyordu. Kaldırım kenarlarındaki otlar, duvar diplerindeki küçük bitkiler daha temmuz başında çatır çatır kurumuş zaten. Caddenin gölgeli yanından, gözümüze ilişen dükkanlara baka baka meydana kadar yürüyoruz... Dönüp dolaşıp emektarımızla eve dönüyoruz, sanırsınız yıllar yılı kapısı bir adım itilmemiş gibi toz kaplamış her yanı... Her zaman olduğu gibi tüm tembelliğimle atlıyorum beyaz çarşaf kaplı kanepelerin üzerine. “Biraz miskinlik hakkım onca yol geldik” diyorum. Emre yine gülüyor, “zaten moda dergilerine bir uyuşuk aranıyordu” diyerek mutfağa yöneliyor. Minlenmiştim zaten, ne zaman yatağa uzanıp biraz uyuşukluk edip moda dergileri karıştıracak, biraz müzik dinleyecek olsam, Emre olanca görev aşkıyla toz almaya, yemek hazırlamaya başlardı hep. Onun işgüzarlığına dayanamaz bağırırdım: “harika bir çocuk olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsun değil mi, o zaman durma devam et!” Ertesi gün soluğu denizde alıyoruz. Cızırtılı eski zaman şarkıları eşliğinde ve tüm neşemizle. Dönüş yolunda telefonum çalıyor, bakıyorum siteden Banu. Açıyorum ve alo bile dememe fırsat vermeden; “Bu akşam derhal bize geliyorsunuz Leyla abla, ne vefasızsın insan bir selam verir, biz geldik der ayol” diyip patlatıyor kahkahasını. Sesindeki sevinç bana da yansıyor istemsizce ben de gülüyorum, “Geliriz tabii kusura bakma ani oldu, bizimkiler Marmariste ama Emreyi razı etmemiz gerekecek” diyorum. Bir yandan da Emre kesin kızacak gelemez miyiz mi deseydim acaba diye düşünüyorum. Tam o anda Emreye bakmak için başımı onun tatlı yüzüne çeviriyorum ve onu son görüşüm oluyor... Sonraki olaylar kesik kesik zaten... Karşı şeritten gelen freni patlamış kamyonla çarpışmamız... sirenler... ambulanslar... sonradan öğreniyorum bunları tabii... Beynimin patlayacakmış gibi olduğunu hissettiğim bir baş ağrısıyla uyanıyorum. Kahvaltı tepsilerimiz geldiğinde hâlâ yaşananların tuhaf bir rüya olmasını diliyorum ama her şeyi anımsıyorum, içten içe biliyorum giden gitti... Karşımda Emrenin tatlı yüzünü görmeyi diliyorum gözlerimi kapatıyorum, açıyorum, ama ağlamaktan yüzü şişmiş Özgür’ü görüyorum sapasağlam karşımda. Islak mendille göz kapaklarını ovuyor, tepsilere tiksintiyle bakıyor. “İlacını içmeden önce olsun bari iki lokma bir şey atıştır” diyor. “Bence hastanedeki son kahvaltımız bu, artık taburcu etmezler mi ki?” diyorum. “Bilmiyorum daha dört gün oldu abla, gerçekten çıkarırlar mı acaba?” diyor. Bunu duyunca suratımın asıldığına iyice canı sıkılıyor belli. Hem ben de duymak istemeyeceğim gerçeklerin ağırlığından, şu sessiz sedasız odadan çıkıp bir karmaşanın, bilinmezin, acının, üzüntünün, curcunanın ortasına düşmekten, evimde beni koca bir boşluğun beklediğinden ürkmüyormuşum gibi neden bir an evvel çıkmak istiyorum bilmiyorum. Artık ben galiba hiçbir şey bilmiyorum. Ne hissedeceğimi şaşırdım. Daha tam kavrayamıyorum galiba olanı. Kavramak istemiyorum... Pencere kenarındaki çiçeklere bakıyorum. İşte artık tüm renkleri yutmaya başlayan karanlığın elindedir benim için âlem diye mırıldanıyorum duyulur duyulmaz bir sesle. Artık biz de o çok sevdiğin eski cızırtılı şarkılar gibi olduk seninle görüyor musun, bence görüyorsun, görmeni istiyorum... Birkaç gün sonra çıkıyoruz hastaneden Özgür ile. Evin sokağına adımımı atar atmaz yaşlar süzülüyor gözlerimden. Taziyeye gelen kalabalığın içinde onu arıyor gözlerim bile bile. Evet bu büyük saçmalık diye düşünüyorum. Bahçe tenhalaşıyor gözümde giderek... Aile, akrabalar, yakınlar, eş-dost herkesin sesi yok oluyor bu ölümle birlikte, onlar da artık yok oluyorlar benim için. Sanki hiç buradan bir ölüm geçmemiş gibi sıradan olaylarını anlatmaya devam ediyor “üzüntülü” kalabalık. Set üstüne kurulmuş çay ocağının çevresinde hâlâ insanlar var. Bir yandan yemek kazanlarını toplayıp çöpleri atan gençler yeni çay demliyorlar gelen giden olur diye ama kalabalık azalıyor artık. Akşamdan beri kadınları emip duran bina kapısı, yavaş yavaş geri veriyor aldıklarını. Uzak yola gidecekler arabalarına doğru hareketleniyor, farlar yanıyor, motorlar çalışıyor gürültüyle. Her giden kamelyaya usulen bir uğruyor bu arada, yeniden başsağlığı ve takdir-i ilahi cümleleri... takdir-i ilahi cümleleri... gittikçe uzaklaşan ölgün sesler... —————— Ocak ayı hikaye etkinliği için ilk kez kaleme aldığım bir öykü denemesi. #99236053
··
126 görüntüleme
Alyoşa Karamazov ☼ okurunun profil resmi
Yeteneklisin. Devam etmelisin.
Demet okurunun profil resmi
Teşekkür ederim Ozan:)
11 öğeden 11 ile 11 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.