Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kaşanlıyım fena sayılmaz yaşamım… bir parça ekmeğim, bir parça zeka, iğne ucu zevkim var bir anam var yapraktan daha iyi dostlarım var akan sulardan daha hoş ve bir tanrım var buralarda bir yerde bu şebboyların arasında, bu uzun çamın altında suyun bilinci üzerinde, yasasında bitkilerin. ben Müslümanım kıblem bir kızıl gül namaz yerim pınardır, alın koyduğum yerse ışık. ovalardır seccadem. ben pencerelerin kalp atışıyla alırım abdesti namazımda ay akar onda ışık tayfı akar namazımın arkasında taş görünür namazımın tüm zerreleri billurdan ne zaman ki rüzgar servilerde ezan okur kılarım ben namazı ben namazı otların tekbirinden sonra dalgaların kad-kametinden sonra kılarım Kabe’m su kenarındadır Kabe’m akasyaların altında Kabe’m benim bir meltem gibidir bahçeden bahçeye, şehirden şehre gider benim Hacerül Asved’im bahçenin aydınlığıdır. Kaşanlıyım işim ressamlıktır orada hapsolan şakayık şarkısını dinleyip tazelensin diye yalnızlığı kalbinizin kahtan bir kafes boyar satarım size ne hayaller, ne hayaller… bilirim tuvalim cansızdır çizdiğim havuz balıksızdır bilirim… Kaşanlıyım soyum belki de Hindistan’da bir ota varmakta, kilden bir güvece soyum belki de Buhara’da bir fahişeye varmakta babam iki kırlangıç gelişi sonrası, iki kar babam balkonda iki uyku sonrası babam zamanlar sonrasında ölmüştür. babam öldüğünde gök maviydi annem habersiz uykusundan sıçradı, kız kardeşim güzelleşti aniden babam öldüğünde bekçiler şairdiler hep bakkal sordu bana: kaç batman kavun istersin? sordum ben ona: gramı kaçtır gönlü hoş bir yüreğin? babam ressamdı tar yapardı, tar da çalardı, güzel el yazısı da vardı onun. bağımız gölge yanındaydı bilgeliğin bağımız duyguyla bitkinin düğümlendiği yerdi bağımız bakışın, kafesin ve aynanın buluştuğu noktaydı bağımız belki de mutluluğun yeşil çemberinin kavsiydi tanrının olmamış meyvesini düşümde çiğniyordum ben o gün suyu felsefesiz içerdim dutu bilgisiz koparırdım yarılmaya görsün bir nar fıskiyenin eli istek olurdu aniden bir kuş ötse işitme zevkinden yanardı göğsüm bazen yalnızlık, yüzünü yaslardı camın arkasına şevk gelirdi, kolunu atardı boynuna duyguların düşünce oynardı yaşam bayram yağması dek bir şeydi, sığırcıklarla dolu bir çınar yaşam o günlerde, ışıktan ve oyuncak bebekten bir sıra kuyruktu bir kucak özgürlüktü yaşam musiki havuzuydu o günlerde çocuk emekleyerek uzaklaştı yusufçuklar sokağından giderek bağladım yükümü, yeğni düşler şehrinden çıktım dışarı yüreğim yusufçuklar gurbetiyle dolu ben dünyaya konuk olmaya gittim ben hüzün vadisine ben irfan bağına ben bilginin apaydın taraçasına çıktım dinin merdiveninden tırmandım kuşku sokağının taaa sonuna istiğnanın serin havasına ben sevginin ıslak gecesine kadar gittim ben aşkın öbür ucunda birinin görüşüne gittim gittim, gittim taaa kadına hazzın ışığına isteğin sessizliğine yalnızlıkla dolu sese dek. yeryüzünde bir şeyler gördüm: bir çocuk gördüm kokluyordu ayı o bir kafes gördüm kapısız, kanat çırpıyordu aydınlık onda bir merdiven gördüm, aşk tırmanıyordu melekut damlarına bir kadın gördüm, havanda dövüyordu ışık o onların öğlen sofrasında ekmek vardı, yeşillik vardı bir tabak da şebnem sımsıcak bir tas sevgi bir dilenci gördüm, kapı kapı dolaşıp dileniyordu kumru şarkısını ve bir çöpçü, bir kavun kabuğuna alın koymuş kılıyordu o namaz bir kuzu gördüm, uçurtma yiyordu bir eşek gördüm, anlıyordu yoncayı o öğüt otlağında bir inek gördüm tok bir şair gördüm hitabet sırasında, “siz” diyordu süsene hep bir kitap gördüm ben, sözcükleri hep billurdan bir kağıt gördüm, bahar cinsinden bir müze gördüm yeşillikten uzak sudan uzak bir mescit umutsuz bir fakihin yatağı başında bir testi gördüm sorularla dolu bir katır gördüm yükü “kompozisyon” bir deve gördüm yükü “öğüt ve meselin” boş küfesi bir arif gördüm yükü “tenna ve de hu” bir tren gördüm aydınlık taşıyordu bir tren gördüm fıkıh taşıyordu ne de hantal bir tren gördüm siyaset taşıyordu, ne de boş bir tren gördüm taşıyordu nilüfer tohumu ve kanarya şarkısını ve bir uçak gördüm o bin kaç metre yükseklikten görünüyordu camından toz toprak hüthütün kakülü kelebek kanadının benekleri bir kurbağanın havuzda yansımasını ve yalnızlık sokağından geçişi bir sineğin. bir çınardan yere doğru inerken bir serçenin aydın isteği ve güneşin ergenliği ve oyuncak bebekle sabahın güzel kucaklaşması şehvetin serasına giden merdivenler… alkol mahzenine giden merdivenler kızıl gülün çürüme yasasına giden merdivenler ve yaşamın matematiğinin algısına işrâk çatısına çıkan merdivenler tecelli kürsüsüne giden merdivenler… annem aşağılarda deltanın anısında yıkıyordu çay bardaklarını şehir görünüyordu: çimentonun, demirin ve taşın geometrik yükselişi güvercinsiz tavanlı yüzlerce otobüs çiçeklerini mezada çıkarmış bir çiçekçi. iki leylak ağacına bir şair salıncak yapıyordu bir oğlan çocuğu ilkokul duvarına taş atıyordu bir çocuk babasının renksiz seccadesine kaysı çekirdeği tükürüyordu ve bir keçi Hazar haritasından su içiyordu. bir çamaşır ipi belliydi; dur duraksız bir sutyen bir tekerlek bir atın dermansızlığına hasret at arabacının uyumasına hasret arabacı ölüme hasret… aşk belliydi, dalga belliydi. kar belliydi, dostluk belliydi sözcük belliydi su belliydi, şeylerin yansısı suda. hücrelerin serin gölgeliği kanın yangısında. yaşamın nemli yanı belliydi insan özünün hüznünün doğusu kadın sokağında serserilik mevsimi mevsim sokağında yalnızlık kokusu. yazın elinde belliydi bir yelpaze. tanenin çiçeğe yolculuğu. sarmaşığın bu evden o eve yolculuğu. ayın yolculuğu bir havuza. hasret çiçeği fışkırması topraklardan. genç asmaların duvardan dökülüşü. uyku köprüsüne şebnem yağışı. ölümün handakinden sevincin atlayışı. kelamın ardından hadisenin her geçişi. bir derzin ışıkla savaşı güneşin kocaman adımıyla bir basamağın savaşı yalnızlığın bir şarkıyla savaşı armutların güzelliğinin filenin boşluğuyla savaşı dişin narla kanlı savaşı Nazilerin nazlı saplarla savaşı fasahatın papağınla savaşı alınla secde taşının soğukluğunun savaşı. cami fayansının secdelere saldırısı. rüzgarın, sabun baloncuğunun miracına saldırısı. kelebek ordusunun “böceklerle savaş” programına saldırısı. yusufçuklar takımının “tesisat” işçi sırasına saldırısı. ney kalemler alayının kurşun harflere saldırısı. sözcüğün şairin damağına saldırısı. bir yüzyılın bir şiir eliyle fethi bir bağın bir sığırcık eliyle fethi iki selamla bir sokağın fethi bir şehrin birkaç sırık atlı eliyle fethi bir bayramın iki oyuncak bebek ve bir topla fethi öğleden sonra bir oyuncağın döşek üste öldürülüşü bir öykünün uyku sokağının başında öldürülüşü bir hüznün bir marşın emriyle öldürülüşü, bir aylanın bir neon lambanın emriyle öldürülüşü bir söğüdün bir devletin emriyle öldürülüşü içi çökmüş bir şairin bir Alp yıldızı çiçeğinin eliyle öldürülüşü… yeryüzü tümüyle belliydi: düzen yürüyordu Yunan sokağında baykuş ötüyordu “Asılı Bağlar’da” rüzgar Hayber gediğinde, tarih çöpünden bir kümeyi sürüyordu doğuya yüzük taşının dingin gölü üzerinde bir kayık çiçek taşıyordu her sokağın başında yanıyordu sonsuz bir ışık… insanları gördüm şehirleri gördüm vadileri gördüm, dağları da suyu gördüm, toprağı da ışığı ve karanlıklar gördüm ve ışıkta bitkileri, ve karanlıkta bitkileri ışıkta canavarlar gördüm, karanlıkta canavarlar ve insanı gördüm ışıkta ve karanlıkta. Kaşanlıyım ancak şehrim benim Kaşan değil benim şehrim kaybolmuştur ben istekle ve hararetle gecenin öte yanında bir ev yapmışım ben bu evde bir otun nemli adsızlığına çok yakınım ben bahçenin soluma seslerini duymadayım ve karanlığın sesini dökülürken yapraktan ve ağacın ardında aydınlığın öksürüğünü taşın her derzinden suyun hapşırmasını duymadayım baharın tavanından duymadayım kırlangıcın ötmesini ve yalnızlığın duru açılıp kapanma sesini ve aşkın kabuk atışının o belirsiz yalın sesini uçuş zevkinin kanatta sıkışma sesini ve ruhun kendini tutmasının çatlayışını ben isteğin adım seslerini duymadayım ve kanın damardaki yasal adım seslerini güvercinlerin seher atışlarını Cuma gecelerinin kalbinin atışını karanfilin düşüncede akışını hakikatin uzaktan gelen kişnemesini ben maddenin esinti sesini duymadayım ve şevkin sokağında inanıcın adım seslerini ve yağmurun sesini aşkın ıslak gözkapaklarında ergenliğin hüzünlü musikisi üzerinde nar bahçelerinin şarkıları üstünde. ve sevincin camının gecede parçalanma sesini güzellik kağıdının yırtılma gurbet kasesinin rüzgarla dolup taşma sesini. ben yeryüzünün başlangıcına çok yakınım çiçeklerin nabızlarını sayarım suyun ıslak kaderiyle ve ağacın yeşil alışkanlığıyla aşinayım ben benim ruhum eşyanın yeni yönünde akar ruhum benim çocuk yaşta benim ruhum bazen şevkten öksürüğe tutulur işi yoktur ruhumun: yağmur tanelerini, kerpiçlerin yarıklarını sayar o. benim ruhum bazen hakikat yolunda bir taş gibidir ben iki sedir ağacı düşman olsun birbirine görmedim hiç ben görmedim bir söğüt gölgesini satsın yere o karaağaç dallarını bedava bağışlar kargalara nerede bir yaprak olsa benim coşkum açar orada bir haşhaş çalısı beni varlığın akışında yıkamış bir sineğin kanadı gibi bilirim seherin ağırlığını bir saksı gibi yeşermenin müziğine kulak kesilirim meyve dolu bir file gibi varmanın ateşi var bende bir meyhane gibi sıkıntının sınırındayım deniz kıyısındaki bir bina gibi kaygıyla bakarım ebedi uzun keşişlemelere istemediğin kadar güneş, istemediğin kadar aşılanma, istemediğin kadar çoğalma. ben bir elmayla mutluyum bir çalı papatya koklamayla ben bir aynayla, bir temiz bağlılıkla yetinirim bir balon patladığında ben gülmem ben gülmem bir felsefe ayı yarıyorsa ikiye ben bıldırcının kanat sesini bilirim toygiller kuşunun karın rengini, dağ keçisinin ayak izini ışkın nerede yetişir ben bilirim sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter, atmaca ne zaman ölür, ay nedir çölün uykusunda istek sapında bir ölüm ve sevişmenin dişleri arasında böğürtlen hazzı nedir ben bilirim yaşamak hoş bir gelenektir yaşamın kanatları var ölüm genişliğinde sıçraması var aşk kadar yaşam öyle alışkanlık rafında kalarak senin benim unutacağımız bir şey değil yaşam koparan bir elin cazibesi yaşam yaz mevsiminin buruk ağzında siyah incirin turfanıdır yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur yaşam pervanenin karanlıkta tecrübesi yaşam göçmen kuşunun o tuhaf duygusudur yaşam köprünün uykusunda dönen bir trenin siren sesidir yaşam bir uçağın tıkalı penceresinden bir bahçeyi görmektir uzaya gönderilen roketin haberi ayın yalnızlığına dokunmaktır başka bir gezegende çiçek koklama düşüncesidir yaşam bir tabağı yıkamaktır yaşam su arkında on kuruşluk bulmaktır yaşam aynanın kendi ile çarpımıdır yaşam ebediyet üssü çiçek yaşam yeryüzünün darbesidir atışında kalbimizin yaşam solukların sade ve düzgün geometrisidir nerede olursam olayım gökyüzü bana aittir pencere, hava düşüncesi, yeryüzü aşkı bana aittir ne önemi var bitiyorsa bazen gurbet mantarları ha? ben bilmem neden derler at asil hayvandır, güvercinse güzel ve neden kimsenin kafesinde bir akbaba yok? yonca çiçeğinin kırmızı laleden neyi eksiktir ha? gözleri yıkamalı ve başka türlü bakmalı sözcükleri yıkamalı sözcük rüzgarın ta kendisi olmalıdır yağmurun kendisi olmalıdır şemsiyeleri kapatmalı yağmur altında yürümeli düşünceyi, anıları yağmurun altına götürmeli bütün şehir insanıyla yağmurun altına gitmeli arkadaşı yağmurun altına götürmeli aşkı yağmurun altında aramalı kadınla yağmurun altında sevişmeli yağmurun altında oynamalı yağmurun altında bir şeyler yazmalı konuşmalı, sarmaşık ekmelidir yaşam peş peşe ıslanmaktır yaşam “şimdinin” havuzunda yıkanmaktır atalım giysileri su birkaç adım ötede tadalım aydınlığı bir köyün gecesini tartalım bir ahunun uykusunu bir leyleğin yuvasının sıcaklığını algılayalım çimenin yasalarını çiğnemeyelim asma bağında ağız tadının düğümünü çözelim ve ay çıkarsa açalım ağzımızı ve gece kötüdür söylemeyelim ve söylemeyelim ateş böceği bahçenin bakışından habersizdir ve küfeyi getirelim alalım bunca kızıl, bunca yeşil sabahları ekmek ve peynirek[1] yiyelim ve kelamın her köşesinde biz fidanlar dikelim ve heceler arasında susku tanesini serpiştirelim rüzgarın esmediği bir kitabı açmayalım şebnemin teninin ıslak olmadığı bir kitabı hücrelerin boyutsuz olduğu kitabı… ve istemeyelim sinek uçsun diye doğanın parmakları ucundan ve istemeyelim panter yaradılıştan çıkıversin gitsin ve bilelim olmasaydı şayet bir kurtçuk doğada bir şey eksikti olmasaydı şayet baykuş ağacın yasası eksikti ve şayet ölüm olmasaydı elimiz bir şeyin peşinde gezinirdi ve ışık olmasaydı şayet uçuşun diri mantığı alt üst olurdu bilelim ve bilelim ki mercandan önce denizin düşüncesinde bir boşluk vardı ve nerede olduğumuzu sormayalım hastanenin taze petunyalarını koklayalım ve şansın fıskiyesi nerede sormayalım ve sormayalım hakikatin kalbi neden mavidir ve sormayalım babaların babalarının nasıl esintileri nasıl geceleri vardı ardımızda diri hava yoktur ardımızda kuşlar ötmez ardımızda rüzgar esmez ardımızda kavakların yeşil penceresi örtüktür ardımızda tüm rüzgar çiçekleri tozlanmış ardımızda tarihin yorgunluğu var ardımızda dalgaların anısı soğuk susku deniz kabuğunun kıyılarına vurur deniz kıyılarına gidelim suya ağ atalım ve sudan tazeliği çekelim yerden bir kum tanesi alalım var olmanın ağırlığını hissedelim ateşimiz var diye mehtaba saymayalım (görmüşüm ateşliyken aşağılara iner ay el varır melekut tavanına duymuşum kanarya daha güzel öter bazen ayağımdaki yara yerin bemol diyezini öğretmiştir bana bazen hasta yatağımda çiçeğin oylumu kaç kat büyümüş ve fenerin turunç ışığının çapı artmıştır) ve ölümden korkmayalım ölüm güvercinin sonu değil ölüm bir böceğin ters dönmesi değil ölüm aksayanın aklında akar ölüm düşüncenin güzel ikliminde oturur ölüm köy gecesinin zatında seherden söz eder ölüm üzüm salkımıyla gelir ağızımıza ölüm gırtlağın kızıl hançeresinde öter pervanenin güzelliği ölümden sorulur ölüm bazen reyhan toplar bazen votka içer bazen gölgede oturmuş bizi seyreder ve biliriz hepimiz hazzın ciğerleri ölüm oksijeniyle doludur. seslerin çeperleri ardından duyduğumuz kaderin diri sözlerine kapıyı kapatmayalım perdeyi kaldıralım duygu hava alsın bırakalım bırakalım ergenlik istediği çalının dibinde gecelesin bırakalım içgüdü oynamaya gitsin çıkarsın ayakkabıları ve mevsimlerin peşinde atlasın çiçeklerin üzerinden bırakalım şarkı söylesin yalnızlık bir şeyler yazsın caddeye çıksın… sade olalım ister bir banka gişesinde ister bir ağaç gölgesinde sade olalım kızıl gülün sırrını çözmek bizim işimiz değil bizim işimiz belki kızıl gülün büyüsünde yüzmektir bilgeliğin ardında kamp kuralım bir yaprağın çekiciliğinde el yıkayıp sofraya geçelim sabahları güneş doğduğunda biz de doğalım heyecanları uçuralım algı, hava, pencerenin ses rengi üzerine gül takalım iki hece arasında gökyüzünü tanıyalım ciğerlerimizi ebediyetle doldurup boşaltalım bilgi yükünü kırlangıçların omzundan alalım buluttan adları biz geri isteyelim çınardan, sivrisinekten, yazdan yağmurun ıslak ayakları üzerinden tırmanalım sevginin yükseğine kapıyı açalım insana, ışığa, bitkiye ve de her böceğe bizim işimiz belki de nilüferle yüzyıl arasında hakikatin şarkısı ardınca koşmaktır!
·
737 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.