Stoner, yoksul ailesini arkasında bırakarak üniversiteye gelir. Sözde ziraat alanında okuyacaktır (ki dönüp aile topraklarını daha verimli bir biçimde işleyebilsin ve daha çok hasat elde edebilsinler); ancak işler bu şekilde gelişmez ve Stoner'in yolu edebiyat ile kesişir.
Anlatım işte bu noktadan itibaren başka bir boyuta geçiş yapıyor. Stoner'in yaşamı boyunca başına gelenler, üniversitedeki olaylar, aşk hayatı, eşiyle ve kızıyla olan ilişkisi o kadar net ve vurucu bir anlatım ile aktarılıyor ki, okur bu anlatım ile çevreleniyor adeta. Anlatımın yanı sıra cümle kurulumları o kadar sade ve içten ki, okuduğunuz hikaye yanı başınızda bir tanış veya bir arkadaş tarafından anlatılıyor gibi. Belki de bu sadelik ve naiflik (?) bizleri bu denli vuran.
Bir yandan da tabii, üniversite kurumunun yüzyıl sonra bile değişmeyen dinamiklerini, kemikleşmiş bazı ilişkilerini görmek beni oldukça hüzünlendirdi. Stoner'in öğrencilerine yaklaşımı, adanmışlığı ve benzeri birçok niteliğini gördükçe ve kitabın en sonunda kendisine öğretmen olma şansı verildiği için teşekkür ettiğini okuduğum anda ilk defa bir kitap okurken uzun zaman sonra gözyaşı döktüm diyebilirim (Hatta belki de hayatımda ikinci defa falandır). İşte evet, edebiyat böyle bir şey. Bazen hiç ummadığınız bir taşın altında çok ilginç şeyleri size sunup, sizi sarsıp geçebiliyor. Bazen de çokça görmeye alışkın hale geldiğiniz şeylere karşı duyarsız kalarak okumaya devam edebiliyorsunuz Tam da bu noktada öznel hale gelmiyor mu zaten okuma serüveni?