Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Islanmıştı Yollar
🌞🌞Yeni öyküm aşağıda, keyifle okumanız dileğiyle, Islanmıştı Yollar Islanmıştı yollar... Başımı kaldırdığımda ilk gördüğüm şey buydu. Kahvaltı sonrası, pencerenin önünde kitap okuyordum. Alışkanlık ettim, hergün, biraz sabah, biraz da öğleden sonra kitap okuyorum. Çocukluğumdan beri, çok severim okumayı. Bu aralar, kütüphanemde bulunan, daha önce okumuş olduğum bazı kitapları, tekrar okumaya başladım. Şu anda, Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası'nı okuyorum. Ne eğlenceli bir kitapmış, ilk okuduğumda bu kadar keyif vermemişti sanırım. Kitabın ana karakteri Bihruz Bey'in platonik aşk hikayesini, alafranga özentiliğini okurken, zavallı adama hem güldüm, hem de acıdım vallahi. Kitaptan, yirmi otuz sayfa okumuştum ki, hava, birden kapanıverdi, oysa daha biraz önce günlük güneşlikti. Böyle havalar, oldum olası, sıkıcı gelir bana, hep de uykumu getirir. Gözlerim ağırlaştı, kitabı önümdeki sehpaya bıraktım, kısa bir süre gözlerimi dinlendireyim, dedim, içim geçmiş, dalıvermişim. Ne zamanki, yağmur damlaları hızlıca cama vurmaya başladı, irkilerek uyandım. Ben irkilince, Pamuk da korktu, kucağımdan atlayıp, hızlıca sobanın yanına kıvrılıverdi. Pamuk, ne ara gelmiş de kucağımda uyuklamaya başlamış, hiç farketmemişim. Bacaklarımın üstündeki yün battaniyemi de tüy içinde bırakmış, battaniyeyi dikkatlice topladım, silkelensin diye yere bıraktım. Ufak bir gerindim. Aslında çok uyumamışım, belki on-onbeş dakika kadar, ama bana ne kadar da uzun geldi. Rahmetli babama benzemişim, haberleri seyrederken ya da gazetesini okurken, oturduğu yerde uyuklardı o da, bayağı uyudun baba, dediğimizde de, uyumadım ki, tapikledim ben, her dediğinizi de duydum, der güldürürdü bizi. Bu arada baktım, pencerenin önündeki havlular iyice nemlenmişler, Hanife'ye, söyleyeyim de değiştiriversin, yoksa kaldıkça ekşimiş yoğurt gibi kokuyorlar. Bütün odaya siniyor kokuları. Çerçeveler epeyce eskidiler tabi, her yıl çerçevelere macun çekilse de, ne zaman şiddetli yağmur yağsa, içerisi hep su alıyor. Zavallı Hanife de, ne yapsın, zemine daha fazla zarar gelmesin diye, eski havluları, boydan boya pencerelerin önlerine sıkıştırıyor. Sonra o havluları, yıka kurut, yenileri ile değiştir. Yağmurlar başladı mı, Hanife'nin işi de artıyor. Hanife ve kocası Mustafa, benim evdeki yardımcılarım. Canım karım Melek'in aniden vefat etmesiyle, evde yardımcıya ihtiyacım oldu. Melek, yıllardır benim elim ayağımdı, herşeyimdi. O gidince, yavru bir kuş gibi, öylece kalıverdim; şaşkın, korkmuş ve savunmasız. Cenaze sonrası, erkek kardeşim ve ablam, bir süre, yanımda kaldılar, sağolsunlar. Baktılar, böyle olmayacak, bana, yatılı bir yardımcı bulmayı önerdiler. Önce tereddüt ettim tabi. Tanımadığım iki insanla, aynı evde yaşama fikri, beni çok gerdi. Ama, başka çarem de yoktu tabi. Herhangi bir bakım evine gitmektense, kendi evimde bakılmayı tercih ettim Ablamın mahalleden bir komşusu, Hanife ve Mustafa'yı tavsiye etmiş; çok dürüst ve çalışkan insanlardır, demiş. Daha önceden de, bu tür bir işte tecrübeleri varmış. Gelsinler, bir deneyelim dedim. Geldiler, tanıştık, görür görmez, kanım kaynadı onlara. Neredeyse on yıl oldu, yanımdalar, can yoldaşım onlar benim. Aslında biz; üç kişilik, bir aileydik; birbirine bağlı ve sevgi dolu. Bir tane oğlumuz var, adı Ali. Tek çocuk olmasının da etkisiyle Melek ile ben, Ali'nin üzerine hep çok fazla düştük. Bu konuda, zaman zaman, birbirimizi suçlayıp, kendi aramızda, ufak tefek tartışmalar yapsak da, ikimiz de, bu huyumuzdan bir türlü vazgeçemiyorduk. Zaten Ali de, bu durumdan pek rahatsız değildi. Ali, büyümeye başladıkça, oğlumuzun, bize bu kadar bağımlı olmasının, geleceğini olumsuz yönde etkileyebileceği hususunda, tedirgin olmaya başlamış, onun iyiliği için, neler yapabileceğimizi konuşmaya başlamıştık. Lise son sınıfa geldiğinde, onun, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenebilmesi için, üniversiteyi başka bir şehirde okumasını istedik. Bu kararı vermek, hepimiz için zor olmuştu, özellikle de Ali için. İlk iki yıl, tatillerde, eve koşarak geliyordu. Sonraki yıllarda ise, eve gelme sayıları gittikçe azalmıştı; yok sınavlarım var, yok staj yapmalıyım, tatile hiç vaktim kalmadı diyerek, eve, neredeyse hiç gelmez olmuştu. Üniversiteyi bitirince, yurtdışına gitmek istedi. Orada, yüksek lisans ve doktorasını yaptı. Biz, artık oğlumuz, oraya yerleşir, bir daha buraya dönmez diye, içten içe üzülürken, buradaki özel bir üniversiteden aldığı teklifi kabul edip, sürpriz bir şekilde yurtdışından dönme kararı aldı. Bu haber, bizi çok mutlu etmişti. Uzun zamandan sonra, yeniden birarada olabilecektik. Canım Meleğim, çocuk, uzun zamandır yalnız yaşıyor, kendine ait bir özel alanı olmalı diyerek, bizim alt katı, onun sevebileceği tarzda yeniden düzenlemişti. Ali'nin gelişi için gün sayıyor, yaptığımız değişiklikleri, ona göstermek için sabırsızlanıyorduk. Ama maalesef bütün heyecanımız kursağımızda kalmıştı. Çünkü Ali Bey, bizimle oturmayacağını, ayrı bir ev tutacağını söyledi. Başlarda, hem biraz eski kafalılığımızdan, hem de yıllardır ona duyduğumuz özlemden dolayı -sanırım özlem daha baskındı- bu fikrine pek sıcak bakmadık. Ancak Ali, çok kararlıydı ve zaten bize de pek laf düşmedi. En kısa sürede, kendine bir ev ayarladı, boşuna yorulmayın diyerek, yardım etmemize bile izin vermedi. Sonra günlerden bir gün, sanırım, doğum günümden bir gün sonraydı - yok yok eminim tam da o gündü, -çünkü doğum günümde aramadığı için, bunu, telafi etmek amacıyla geldiğini düşünmüştük- gelip, bize pat diye evlendiğini söyledi. Biz, daha ilk söylediğinin şokunu atlatamamışken, bir de, evliliğinin aslında yeni olmadığını, yurtdışında okurken, evlendiği de ilave ediverdi. Böylelikle, Ali Bey'in ayrı ev tutma konusundaki ısrarının, gerçek nedenini de öğrenmiş olduk. Duyduklarımız, bizim için çok büyük bir yıkım olmuştu. Kıyamam, Meleğimin yüz ifadesini hiç unutamıyorum, neden Alim, neden bize söylemedin, diyip duruyordu. Kimdi bu kız, nereliydi, ailesi neredeydi bir sürü sormuştu. Ama bana göre, bu saatten sonra, hiçbirinin önemi yoktu. Ana yüreği tabi, Melek, bu durumu kabullenmeyi seçti. Güzel karım benim, zaten, her zaman çok yufka yürekli biriydi. Ben ne mi yaptım? Susmak dışında, hiç bir tepki vermedim. İçimde büyük fırtınalar koptu, öfkem tavan yaptı, aklım almadı ama yine de, Ali'ye, ne bağırdım ne de kızdım sadece sustum. Bir tek kelime etmedim. Ona verebileceğim en büyük cezanın bu, olabileceğini düşündüm. Hele de bu haberi vermek için, doğumgünümü beklemesi, beni daha da üzdü. Özellikle mi bu günü beklemişti, beni üzmek mi istemişti? Yoksa öylemesine mi, bu günü seçmişti? Belki de gerçekten, doğumgünümü unutmuştu? Melek, beni sürekli yatıştırmaya, ikimizin arasını bir şekilde bulmaya çalışsa da, güzel karımı da üzdüm, inat ettim, bir türlü geri adım atmaya yanaşmadım. Günlerce uyuyamadım, sürekli kendimi, babalığımı sorguladım, ama bir kere bile, Ali'ye neden diye, sormadım. Bilmiyorum, belki de vereceği cevabı duymaktan korktum, o yüzden de sormaktan hep kaçındım. Oğlumu, bir türlü affedemiştim, taa ki annesinin cenazesinde, yüzündeki ve gözlerindeki o kederi görene kadar. Boynuma sarıldı, çok içtendi, hıçkırarak ağladı, ben de sarıldım ama ağlayamadım. İşe yaramıyacağını bilsem de, teselli edici bir kaç cümle ettim. İşte o gün, Meleğimi toprağa verdiğim gün, içimdeki kızgınlığı, yüreğimin en derinlerine gömerek, oğlumla ilk defa, tekrar konuşmuş oldum. İki katlı, içten merdivenli, ahşap bir ev bizimkisi. Hanife ve Mustafa, Ali için hazırladığımız alt katta yaşıyorlar. Evin önünde, büyükçe bir bahçemiz var. Eskiden, bahçemizde, bir sürü meyve ağacımız, çeşit çeşit çiçeklerimiz vardı. Yaz geldi mi, bahçe sezonunu açardık. Çocukken, Ali seviyor diye, ağaçların arasına, salıncak bile kurardık. Akşam yemeklerini bahçede yer, çaylarımızı orada içerdik. Bazı akşamlar, komşularımız da gelir, hep birlikte keyifli sohbetler ederdik. Maalesef, çoğu ağacımız, tıpkı insanoğlunda olduğu gibi, insansızlıktan ve bakımsızlıktan kuruyup gitti. Allahtan, Mustafa, bu işlerden anlıyordu da, kalan üç beş ağacı kurtarmayı başardı. Çok emek verdi bahçeye; toprağı belledi, ağaçları budadı, bakımlarını yaptı, konuştu onlarla, kurumuş çiçeklerin yerine, Hanife'si seviyor diye bir sürü renkli çiçek dikti. Bahçe, insan eli değince diriliverdi, eskisi gibi yaşam dolu oldu. Ancak, bu sefer de, benim şevkatli evim, gözümün önünde can çekişmeye başladı. Neredeyse her gün, evde, onarılması gereken bir yer çıkıyor. Ufak tefek şeyleri Mustafa hallediyor ama asıl yapılması gereken tadilatları yapamıyoruz. Ali, bu kadar eski bir eve, fazla para harcamayı doğru bulmuyor. Ben de, evde onun da hakkı var düşüncesiyle, bir de aramız yeni yeni düzeliyor diye, bu konuda çok fazla diretmiyorum. Hatta, ne zamandır, kaloriferli yeni bir eve taşınmamız konusunda ısrar ediyor. Ben ise, bu zamana kadar nasıl idare ettiysek, yine bir şekilde idare ederiz, diye geçiştiriyorum. Zaten, ben ölünce, eminim, bir dakika bile tutmaz bu evi, hemen bir müteahhite verir, yıktırır, yerine de bilmem kaç daireli apartman diktirir. Ama yine de gelip oturmaz burada. Çünkü sevmiyor burayı, anlayamıyorum neden? İnsan, mutlu bir çocukluk geçirdiği evini neden sevmez ki? Aman neyse, ben öldükten sonra, eve ne olacağının ne önemi var? Ben, bir tek Hanife ile Mustafa'ya üzülüyorum. Çok emekleri var üzerimde, yıllardır buradalar, ben ölünce nereye giderler, ne yaparlar?, diye takılıyorum. Gerçi, Ali, sever onları, mağdur etmez herhalde. O kadar vicdanı vardır canım. Bu konuyu, uygun bir zamanda Ali ile konuşsam mı acaba? Nerden çıktı şimdi bu ölüm, baba der mi ki, o zaman, beni önemsiyor demektir değil mi? Yoksa, tabi hallederiz sen merak etme, diyip o da, beni mi geçiştirir? Ev, yıkılınca eşyalarımızı ne yapar acaba, hepsini dağıtır mı birilerine, yoksa akıllılık edip, Hanifelere mi verir? Hanifeye söyleyeyim de, öyle bir şey teklif ederse, almamazlık etmesinler eşyaları. Rahat olun benim onayım var diyeyim. Hanife, sever bizim eskileri zaten, hep yaşanmışlık kokuyor bunlar, der. Nerden geldim yine buralara? Böyle düşünüp durdukça, tansiyonum yükselecek yine. Hanife de söylenir hep bana, -Melek de çok kızardı bu huyuma- doğmamış çocuğa don biçiyon sen Rıza Bey, hasta ediyon kendini lüzumsuz yere, diye. Haklı kız. Ben, boş kaldıkça, çok kuruyorum. Aynı seyleri, farklı senaryolarla düşünüp, kısır döngüye giriyor, sonra da onlar gerçekte olmuş gibi günlerce üzülüyorum. Yüzüm asılıyor, yemek yemek istemiyorum, kimseye de nedenini söyleyemiyorum. Artık, beni çok iyi tanıdıkları için, böyle durumlarda, üstüme pek gelmiyorlar. Bak, yine yavaş yavaş başladım. Evin tadilatından konuyu nerelere getirdim. Kendime, bir meşgale bulsam iyi olacak, o zaman saçma sapan düşüncelere vaktim kalmıyor. Bir ara, yine böyle bir duruma girince, kapakları eskimiş tüm kitaplarımı ciltlemiştim, iyi olmuştu, hem kitaplar yenilenmişti, hem de bu iş bayağı vaktimi almıştı. Bir ara da, elimde ansiklopedi, bulmaca çözmeye merak sarmıştım. Ali, bir gün yanında iki tane puzzle getirmişti; küçük küçük parçalar, ayır, yerlerini bul, yerleştir, çok uğraştırıcıydı benim için. Başladığım işi, yarım bırakmayı sevmeyen biri olduğum için, birini zorla da olsa bitirebilmiştim. Ama diğerini Mustafa'ya verdim, sen yap bunu da dedim. Benim bitirdiğim puzzle, güzel bir manzara resmiydi, çerçeveletip odama asmıştık. Yattığım yerden, o resme bakıp, hayaller kurmayı seviyorum. Çocukluğumun güzel günleri geliyor aklıma. Yaz tatillerinde, okul kapanınca annem, bizi de yanına alır dedemlerin yanına, köye götürürdü. Okul açılmasına yakın da, bir sürü kışlık erzak ile evimize dönerdik. Ne eğlenirdik köyde; dağ bayır gezmeler, derede çimmeler, taze süt ve peynir, mis kokulu patlıcanlı pideler... İnsan, bir resme bakınca koku alır mı hiç? Ben alıyorum; taze süt kokusunu, dağlardan rüzgarla gelen çiçeklerin kokusunu, en güzeli de annemin kokusu alıyorum. Sonra da mışıl mışıl uyuyorum. Bu aralar ne yapsam acaba? Kitap ve gazete zaten okuyorum. Eee, başka ne yapılabilirim? Ahşap boyama mı yapsam acaba? Evde ahşap eşya çok nasılsa, ufak tefek başlarım birinden. Mesela şu küçük dikiş kutusu, Melek'in çeyizinden kalma. Canım karım, dikiş dikeceği zaman yanıma gelir oturur, haydi bir şeyler anlat birtaneciğim de çabucak bitiversin işim, derdi. Hiç sevmezdi dikiş işlerini. Yakın gözlüklerini takar, beni dinlerken, arada gözlüklerinin üstünden bakar, gülümserdi. Evet, en iyisi ilk olarak dikiş kutusu ile başlıyayım, sonra da şu duvardaki iki çerveveyi boyarım. Sıkılırsam da, belki fotoğraf albümlerimizi tekrar düzenlerim, o kadar çoklar ki, onlar da bayağı oyalar beni. Kimbilir bu kaçıncı oldu, dönüp dolaşıp yine düzenliyorum. Ama olsun, böylece arada anılarımı tazelemiş de oluyorum. Arkamdaki minderi kaldırdım, şöyle kenara koydum, belimi acıttı azıcık. Hanife, havluları değiştirdi, sabah kahvemi sehpaya bıraktı. Kahvenin yanına da bir tane gül lokumu koymuş, seviyorum diye. Kitabımı elime aldım, bir kaç sayfa daha okudum, hiç bir şey anlayamadım. Sanırım bugün, kitap okuyamıyacağım. Pamuk'u aradı gözlerim ortalıkta yoktu. 'Pamukkkk', diye seslendim, hiç ses vermedi. Nereye gitti şimdi bu kedi? Merak ettim. Kahvemi yudumlarken, dışarıya baktım.Bir otobüs durdu durakta. Bir kaç insan indi içinden. Kiminin elinde şemsiye vardı, kiminde ise yoktu. Hepsi de, bir yerlere yetişmeleri gerekiyor gibi, hızlı adımlarla yürüyordu. Sanırım, hiç kimse ıslanmak istemiyordu. Acaba, dedim kendi kendime, ben de, şimdi, dışarıda olsaydım, şemsiyem olur muydu elimde, ben de, onlar gibi, hızlı adımlarla mı yürürdüm, kaçar mıydım yağmurdan? Kahvemden son yudumumu aldım, lokumu da atıverdim ağzıma. Bir otobüs daha geldi durağa. Meğer, bu durakta, ne sık otobüs duruyormuş, hiç farketmemișim daha önce. Baktım, otobüsten, diğerleriyle beraber, ben de iniverdim, elimde de rahmetli eşimin bana hediye ettiği, sapında isim ve soy ismimin baş harflerinin (R.A) yazılı olduğu baston şemsiyem var. Ne kıymetlidir benim için, uzun zamandır kullanmamıştım. Tedbirli de davranmışım demek ki. Hoşuma gitti bu durum, gülümsedim. Yağmur eskisi gibi şiddetli yağmıyor. Şemsiyemi açmadım, sakin sakin yürüyorum sokakta. Hiççç telâşım yok, ıslansam da sorun değil. Şemsiyemin demir ucunun yerde çıkardığı sesi duyuyorum, tık tık, özlemişim... Arada önüme, su birikintileri çıkıyor, hoop batıp çıkıveriyorum çocuklar gibi. Paçalarım da çamur oldu, Hanife kızar mı acaba bu yaptığıma? Kızarsa da bir bahane uyduruveririm değil mi? Uzun uzun yürüyeyim istiyorum.Tüm mahalleyi baştan başa turlayayım, bakayım kimler kalmış eskilerden. Bacaklarım öyle yorulsun ki, mesela et kırığı olsunlar, ayaklarıma kara sular insin. Eve gelince, azıcık şikayet edeyim. Yorgun bacaklarımı, keskin kokulu kremim ile ovayım. Üşüyen ayaklarıma yün çorabımı giyeyim, bacaklarımın üstüne yün battaniyemi örteyim. Hanife, sıcak bir ıhlamur pişiriversin, sobayı biraz daha harlasın. Derin bir iç geçirdim, keşke, kuruntularımın yerine kurduğum hayallerimi gerçekte olmuş sanıversem. Keşkelerimi, biraz sesli söylemiş olacağım ki, Hanife, bana mı seslendin, Rıza Bey, diye yanıma geldi. Yok, dedim, sana öyle geldi herhalde. Anladı yine dalıp gittiğimi. İstersen, biraz yatıralım seni odanda, erken de kalktın bu sabah, yemek hazır olunca seslenirim ben sana, olur mu? dedi. Dinlensem, iyi olacaktı. İtiraz etmedim. Tekerli sandalyemi odama doğru sürdü. Baktım bizim Pamuk, benim yatağın üstünde kıvrılmış keyifle uyuyor. Pamuk Hanım uyanmasın diye, Hanife, beni dikkatlice yatağın diğer yanına yatırdı.Pamuk, hafifçe gözlerini açtı ama hiç oralı olmadı. Hanife, sen bugün dışarıya çıkacak olsaydın, şemsiyeni yanına alır mıydın? dedim. Biraz şaşırdı, sonra da güldü, alırdım, Rıza Bey, almaz mıyım, bilirsin, ben çok tedbirliyimdir, dedi. Sen olsaydın, almaz mıydın? dedi. Aldım zaten, dedim, ama hiç açmadım, ıslansam da, uzun uzun yürüdüm yağmurun altında, çok yoruldum, Hanife, çok, dedim. O zaman haydi, biraz uyu da dinlen, dedi titreyen sesi ile. Evet, uyusam iyi olacak, çok yoruldum, Hanife dedim, gözlerimi kapattım usulca...
·
518 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.