Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

424 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
9 günde okudu
Ölmeyi Öğrenmek
NOT: Montaigne'in hayatı hakkındaki incelemem: #83445002 Önsözde, insanların, zor günlerinde Montaigne'den destek aldıkları vurgulanmış ve buna verilen örneklerden en göze çarpanı ise 1910'da evini terk edip Astapovo garına giden Tolstoy'un yanında, Montaigne'in Denemeler'i olduğu bilgisidir. Bunun nedeni, Montaigne'in üzerine kafa yorduğu konuların birçoğunun eski devirlerden beri pek çok filozofu, din adamını, bilim insanını da meşgul etmesidir. Bununla birlikte, Montaigne'in bu konular üzerine düşünürken rehberinin akıl ve deney olması, bunda etkili olan diğer önemli faktördür. Gerçekten de onlarca denemenin bulunduğu bu ilk cildi bitirdiğimde, en çok vurgulanan unsurun aklın rehberliği olduğunu fark ettim. Kitabın, bence en başarılı (evrensel ve güncelliğini korumasını baz alıyorum) iki bölümü, ölümü ve çocukların eğitimini ele alan bölümlerdir. Montaigne'in aklın rehberliğini en çok vurguladığı bölümler de yine bu ikisidir. Montaigne, döneminin ezberci eğitimini şiddetle eleştirir. "Ezbere bilmek, bilmek değildir; belleğe emanet edileni muhafaza etmektir," diyen ve kendi belleği de kuvvetli olmayan Montaigne, bunu bir avantaja dönüştürmüştür. Çünkü, çağdaşları gibi bulduğu her bilgiyi, özümsemeye fırsat vermeden depolayamamış, bunun yerine sıkı bir gözlemci olmuş ve konular hakkında en başta kendi aklının izinden gitmiştir. Öğretmenlerin de öğretim sürecinde gösterecekleri konular üzerinde önce kendilerinin derinlemesine düşünmelerini istemiştir. Bununla birlikte, çocukların bu bilgileri kazanma süreçlerinde, öğretmenlerin bazen bir yol açıcı olmalarını bazen de yol açmayı da öğrencilerine bırakmalarını öğütlemiştir. Sürekli öğretmenlerin konuşmalarını yararlı bulmayan Montaigne, öğrencilerin de kendilerini ifade etmelerine fırsat verilmesini önemli bulmuştur. Gerek bu bölümde gerekse de kitabın tamamında en çarpıcı ve faydalı bulduğum sözü ise şu oldu: "Aristoteles'in kuralları, hatta Stoacılar ile Epikurosçuların kuralları da onun (çocuklar) için dogmalardan öteye gitmesin." İsimlerin yerine günümüzün en önemli bilim ve felsefe insanlarını koyarak bir daha okumanızı tavsiye ederim. O zaman daha iyi fark edeceğiz ki Montaigne için dünyadaki en büyük düşünürlerin, bilim insanların fikirleri bile bir dogmadan öteye gidemez. Ama bunu yanlış anlayarak, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerin ortaya koyduklarını yanlış olarak kodlamayalım. Yoksa sonumuz, Twitter'da her gördüğü 'bilgiyi' gerçek zannedip komplo teorileriyle ruh sağlığını kaybetme noktasına gelmiş insanlara dönüşebiliriz. Bu sözden benim anladığım, hem kendi gelişim sürecimizi hem de çocuklarımızın gelişim süreçlerini ne kadar yetkin isimler olurlarsa olsunlar birtakım isimleri otoriteleştirip/kutsallaştırıp ket vurmayalım. Günlük hayatımızda olsun sosyal medyalarda olsun sürekli olarak birtakım insanların, hoşlandıkları, örnek aldıkları insanlar hakkında yapılan eleştirilere karşılık, onlarla eşit seviyede olmadığımız ve bu nedenle onları anlayamayacağımız savı öne sürdüklerine tanık oluruz. Öyle ki, bu insan, istediği kadar açık ve net şekilde çok yanlış bir düşünce ortaya koymuş olursa olsun, otoriteleştirildiği/kutsallaştırıldığı için sanki doğru şeyler söylemiş gibi algılanır. Bu insan otomatik olarak örnek alındığı için de pek çok insan, müritleşerek çok zararlı yollara girebilir. İnsanların otoriteleştirme/kutsallaştırma dürtüsünün arkasında bence, yoğun özgüven eksikliği bulunur. Bunun kökenleri de çoğunlukla çocukluk döneminde özgürlüğüne ket vurulma, el bebek gül bebek büyütülme, korkuyla yola sokulma gibi yanlış etkenlerin varlığında yatmaktadır. Yani yine çocukluk dönemi eğitimine geldik. O halde bu bölümü, Montaigne'in, çocuklara, her önüne gelen kişiyle tartışmama, tartıştığı zamanlarda öne süreceği kanıtların "akla yatkın dolayısıyla da kısa ve öz olması" gerektiği, en önemlisi de doğruyu, rakibi ortaya koyduysa hemen bunu kabul etmesi gerektiği bilincinin kazandırılmasını, öğütlediğini belirterek kapatayım. "Yolumuzun sonu ölümdür, yazgımızın vazgeçilmez amacıdır bu; eğer o bizi korkutursa ileriye telaşsız bir adım daha gitmek nasıl mümkün olur?" diye hayatı boyunca kendi kendine sormuş Montaigne. Gerçekten de hayat üzerine düşünülmesi gereken başlıca konu ölümdür. İnsanların birçoğu bu gerçeği yadsır. Geçim derdi, aşk, evlilik, çocuk sahibi olmak ve daha birçok unsur bizim böyle tavır almamıza neden olur. Ahiret inancı olan bir dine mensup isek, hazır bir cevabın üzerine doğarız; ya üzerine hiç düşünme gereği bile duymayız ya da nadiren aklımıza gelir ve hemen hazır cevaba sığınırız. Herhangi dine mensup değilsek ve tanrı inancımız da yoksa, bence asıl büyük sıkıntı şimdi başlar. Çünkü sığınacağımız hazır cevaplar yoktur. Bunları biz, kendimiz bulmalıyız: Neden yaşıyoruz? Hayatımızın anlamı nedir? Kaçınılmaz ve her gün bize yaklaşan ölümümüzün manası nedir ya da bir manası var mıdır? Ölüm karşısında duruşumuz nasıl olmalıdır? Muhafazakar bir toplumda/çevrede yaşıyorsak kendi görüş ve fikirlerimizi ne dereceye kadar açıkça belirtmeli ve bunlar doğrultusunda ne kadar görünür yaşamalıyız? Evrensel ahlak mümkün mü yoksa her şey mübah mıdır? Evrensel etik değerler var mıdır? Yoksa etik değerleri de kendimiz mi yaratmalı veya halihazırda var olanlardan güncel olanları mı seçmeli miyiz? Kapana kısılmış, birden fazla sorun/dert üzerimize çökmüşken ilahi unsurlara hiç sığınmadan nasıl ayakta kalabilir ve mücadele edebiliriz? Yakınlarımızın ölümü karşısında kendimizi buna nasıl adapte etmeliyiz? Yalnızlıkla nasıl mücadele etmeliyiz? Toplumla derin anlaşmazlıklara düştüğümüz halihazırdaki bu durumda, ortak kabul edilen değerlere ve ortak zeminlere ne kadar uymalıyız? Ve daha birçok soru… Bence, biyolojik olarak yaşamaya mahkumuz. Ussal olarak ise bu mahkumiyete son verebiliriz. Ancak buna etki eden pek çok etmen söz konusudur. Akla ilk geleni, bir ailemizin olması ve onları üzmek istemiyor oluşumuzdur. Çünkü intihar eden ölür gider lakin geride kalanların zihni, "hep benim yüzümden," gibi pişmanlıklara hapsolur. Albert Caraco da böyle düşünmüş ve anne babası ölene kadar intihar etmemiş ama onlar öldüğü vakit hiç beklemeden hayatına son vermiş. Eğer hayat denilen kumarda, elimizde Royal Flush, Straight Flush ya da en azından Four of Kind varsa, birçok insanın başlıca sorunlarından azade olup, ilgi alanlarımızı daha başarılı keşfederek kendimizi gerçekleştirme imkanı bulur ya da en azından bu sürece girebiliriz. Olmadı elimizde, Full House veya Flush varsa başlıca sorunları, daha kötü elleri olanlara göre daha iyi şekilde ve kısa sürede şekilde çözme imkanı bulabiliriz; risk alma imkanımız biraz fazla olabileceği için ara ara blöf de yapabiliriz. Ancak, elimizde Straight veya Three of The Kind varsa kukuman kuşu gibi düşünür ve ya hep ya hiç yoluna girerek salt blöfe kendimizi bağlayabiliriz; bu en tehlikeli ama en zevklisidir. Two Pair veya One Pair varsa Allah'a emanet olun ama en azından bitik olduğunuzu baştan bildiğiniz için hayat karşısında kendinize bazı savunma mekanizmaları oluşturarak yolunuza devam edebilirsiniz. Hayatın evrensel bir anlamı yoktur. Sartre'ın dediği üzere insan dünyaya fırlatılmıştır. Seçim ve tercihlerimize göre kendimizi belirleme noktasında ise onun kadar iyimser olamıyorum (Bknz: Elinizdeki kağıtlar). Ama yine de bir özgür irademiz olduğunu kabul edip yola devam etmeliyiz. Hazır bir anlam aramamalı, onu kendimiz var etmeliyiz ya da hayatın akışına kendimizi bırakıp herkes nasıl yaşıyorsa öyle yaşayabiliriz. Yani yadsıdığımız ölüme süreklenebiliriz. Ama Montaigne bunun taraftarı değil, zira o, ölümü öğrenmek için çabalamış ve bize de bunu salık vermiştir. "Ölümün bizi nerede beklediği belirsizdir, onu her yerde bekleyelim. Ölümün önceden tasarlanışı, aynı zamanda özgürlüğün önceden tasarlanışıdır. Ölmeyi öğrenmiş insan tutsak olmayı bilmez. Ölmeyi öğrenmek bizi tüm ayak bağlarından, tüm baskılardan kurtarır. Yaşamdan yoksun bırakılmanın bir kötülük olmadığını iyice öğrenmiş kişi için hayatın içinde kötü hiçbir şey yoktur," diyen Montaigne için ölüm tek bir andır ama onu bize kötü gösteren baş aktör acıdır. Acı, insanın düşüncesine hakim olunca tek bir an bölünerek çoğalır ve etrafımızı kuşatır. Kuşatmayı kaldırmak için insanın ölümün kendisinin bir amaç olduğu fikrini kabul etmesi gerekir belki de ya da konu üzerine öne sürülen ve kendimize uygun olan bir savı kabul edip tatbik etmek. Bugün mezarlığın önünden geçerken, bir süre mezar taşlarına baktım. Bir zamanlar yaşamış pek çok insan, yokluğun içine gömülmüşler. 1875, 1910, 1920, 1945, 1960, 1970, 1980, 2000, 2015 ve 2021 yıllarında hayatını kaybetmiş bu insanlar aynı mezarlıkta sanki zamanı delip geçerek özerk bir bölge oluşturmuşlar. Sonra, bir an için kendi ölümümü düşündüm. Doğum ve ölüm yıllarımın, adım ve soyadımın yazılı olduğu bir mezar taşı hayal ettim. Sonra sanki dik bir tepeye çıplak ellerimle tırmanmış ve tam tepenin ardına bakacakken toprak, elleriminden kayarak beni düşürdü. Montaignevari bir umutla, ve Camusvari bir felsefeyle yeniden tırmanışa geçtim; zirveye yaklaştıkça tepenin ardından gelmekte olan konuşmalar, gülüşmeler, bağırmalar, köpek havlamalarının seviyesi arttı. Mutlu olup daha bir şevkle devam ettim, bu sefer tanıdık sesler duydum ve zirveye ellerimi atmışken yine aynı şey oldu: Yere düştüm. Hiçbir şey göremedim. Atılan her kürek toprakta dünyada yaşamaya devam eden her insanın, köpeğin, kedinin, filin, aslanın, kuşların,... ve karıncanın sesleri üstüme boşalıp her tarafımı örttü. Hayat, bensiz yaşanmaya devam ediyordu ve beni tanıyan son kişinin ölümüyle de dünyada hiç yaşamamış gibi olacağım, yani bir hiç! Hiçlikten uyanıp yoluma devam ettim; çünkü Montaigne'in dediği üzere "en korktuğum şey korkudur," ve fazlasına gerek yok. Birinci ciltte, Montaigne'e katılmadığım iki nokta oldu. Birincisi, onun "Kadınların özgürlüğünü savunan düzenlemeler oldukça safçadır," benzeri kadınlar hakkındaki olumsuz fikirleridir. İkincisi ise sıradan halkın din konusunda derinlemesine düşünmemesi, dini konular hakkında fazla yorum yapılmaması ve bu alanın din adamlarına bırakılması gerektiğidir. Lakin, Montaigne'in kendisi, bu konular üzerine epey kafa yormuşa benziyor. Bir kere "Mucizeler bulunduğumuz doğayı tanımamaktan kaynaklanır, yoksa doğanın durumundan değil," diyerek Hristiyanlık gibi içinde İsa'nın pek çok mucizesinin kabulünü barındıran bir dine mensup biri olarak, dinine aykırı bir tavır sergilemiş oluyor. Ancak onun bu katılmadığım fikrinin altında yaşadığı dönemin koşulları yatmaktadır. Çünkü o zamanlar Avrupa, mezhep savaşları yaşamakta ve bunun yüzünden ülkelerde güvenlik ve huzur kalmamıştır (Mezhep savaşlarını Montaigne'in de dünyanın en güçlü devleti olarak kabul ettiği Osmanlı Devleti de kışkırtmıştır, belki çuvaldız batırmak isteyen olur). Öyle ki Montaigne bu durumu, evinin karşısındaki ormanda gezinti yapmanın, uzak ülkelerdeki yamyamların arasında dolaşmaktan daha tehlikeli olduğunu söyleyerek anlatır. Buna rağmen fikri, belki kısa vadede bir çözüm olabilir lakin düşüncenin önünde hiçbir engel ayakta kalamaz. Nitekim Avrupa tarihi buna iyi bir örnektir. Öte taraftan, Montaigne ele aldığı konuları oldukça fazla örnek vererek anlatmış. Bu örnekler haliyle kendi yaşadığı, duyduğu ve geçmişte kalan olaylara dair olduğu için bize uzak gelip okumamızı sekteye uğratabilir. Aynı zamanda fazla örnek vermesi (bir keresinde iki-üç sayfa örnek vermişti) yine aynı akıbetle yüz yüze kalmamıza neden olabilir. Ele aldığı bazı konuların artık güncelliğini yitirmiş olması, bu bölümleri geçme dürtüsünün bize hakim olmasına sebebiyet verebilir lakin bu parafların arasında Montaigne'in ilgimizi çekebilecek yorum veya fikir kırıntılarını bulunabilir. Malum israf hoş değildir, bunlardan da faydalanmak gerekir. Sonuç olarak benim için oldukça verimli ve faydalı bir okuma oldu. İlgilenenlere tavsiye ederim. İyi okumalar..
Denemeler (Cilt 1)
Denemeler (Cilt 1)Montaigne · Say Yayınları · 201854,5bin okunma
··
277 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.