Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Zehra ölüye ne zaman öldüğünü, ne zaman gömüldüğünü, kaç zamandır orada yattığını soruyor. Ölü biraz duraklayıp hesaplamaya çalıştığını söylüyor, sonra hangi yılda olduklarını öğrenmek istiyor. 2014 yanıtını alınca da kısa bir hesap yapıp ölümünün üstünden tam 1.482 yıl geçmiş olduğunu söylü­yor. İsa Mesih’in dünyayı şereflendirmesinden beş yüz on bir yıl sonra doğmuş, 532 yılında da ölmüş. Zehra nedense hiç şaşırmıyor buna; zaten dünyaya ait şaşırma, korkma, sevme gibi birçok duyguyu yitirmiş bir halde; kalan bir iki duygu kırıntısı ise onu hızla terk ediyor, buna karşılık sezgileri güçleniyor. Bu sefer ölüye nasıl öldüğünü soruyor; ölü ona doğal yolla ölmediğini, başına inen bir kılıç darbesiyle öldürüldüğü­nü söylediğinde, sanki bunu zaten bildiğini düşünüyor. Zehra onu, Belisarios dediği adamın öldürüp öldürmediğini soruyor. “Hayır, o komutandı, onun askerlerinden birisi öldürdü; iriyan bir Balkan köylüsü, aynen imparator gibi, aynı bölgeden.” “Hangi imparator?” “Justinianos.” “O da mı Balkan köylüsüydü?” “Evet Balkanlardan gelmiş bir köylüydü,karısı olan imparatoriçe de bir fahişeydi.” “Fahişe mi?” “Evet, çocukken fahişe olmuştu, genç kızlığı da öyle geçti. Eskiden, öldürüldüğüm yere çok yakın bir sirkte çalışırdı; ayı bakıcısının kızıydı. Çocukken birçok şehirli kullanırdı onu, babam bile.” “Baban mı?” “Evet babam, Kapadokyalı Petrus. Çocuk fahişe Theodora’nın aşkına düştüğü için canından oldu, çünkü aşkı ölene kadar devam etmişti; sirkte kucağına oturan kız çocuğu imparatoriçe olduğu zaman bile. Kendisini deliye çeviren bu aşkı ve özlemi orada burada anlattığı, hatta çocuğun anatomik detaylarına girerek tasvir ettiği için, hafiyeleri yoluyla durumu öğrenen imparatoriçe onu yakalattı, önce zindanda işkence ettirdi, dilini kerpetenle koparttırdı ve orada kan kaybından acılar içinde ölmeye terk etti. Çünkü Theodora artık bir Hıristiyan azizesiydi. Azizelerin belden aşağısı hakkında konuşulmaz bilirsin.” “Nereden bileceğim?” “En azından tahmin edersin diye düşündüm.” “Nerede öldürüldün peki?” “Dedim ya, buraya yakın bir yerde, Hipodrom’da, Ayasofya’nın yanında.” “Sultanahmet’te mi yani?” diye sordu. “Şimdi öyle diyorsanız öyledir; benim zamanımda oraya Hipodrom denirdi, yüz bin kişilik bir hipodrom vardı çünkü, diktatörün sarayı da oradaydı, saraydan Hipodrom’daki imparatorluk locasına bir bağlantı vardı.” “Şimdi Ayasofya duruyor ama karşısında bir cami var, hipodrom yok.” “Hipodrom yok mu?” “Yok!” “Peki araba yarışları nerede yapılıyor?” “Araba yarışları da yok.” “Nasıl olabilir bu? Halkın tek eğlencesi yok mu oldu? Peki,ne yapıyor insanlar?” “Ayaklarıyla topa vurarak oynayan takımları izliyorlar; stadyum denen yerlerde toplanıyorlar.” “O takımların renkleri var mı?” “Evet, var tabii; mesela sarı-lacivert, sarı-kırmızı, siyahbeyaz...” “Hayret, aynen bizim Maviler ile Yeşiller gibi. Bu takımları tutanlar birbirine kızıyor mu?” “Hem de nasıl, kavga gürültü çıkıyor, ölenler oluyor. Birbirlerine düşman gibiler ama hükümet karşıtı gösterilerde birleşiyorlar.” “Aynı bizim gibi” diyor ölü yine. “Mavilerle Yeşiller birbirini boğazlardı, ben Yeşillerdendim, bir Mavi gördüm mü çılgına dönerdim ama imparatora karşı birlikte isyan ettik, o gün omuz omuzaydık, kavga etmiyorduk.” “Aaa” diyor Zehra -artık nasıl dediyse, orasını o da bilmiyor, biz de- “sanki burayı anlatıyorsun.” “Zaten aynı şehri anlatmıyor muyuz, bu şehirde hiçbir şey değişmez, tekrarlanır durur. Senin gibi yeni gelenleri dinleyince diyoruz ki, hep aynı şey, aktörler değişiyor sadece. Bir de kısa bir arayla oluyor bütün bunlar.” “Kısa mı? Bin beş yüz yıl diyordun.” “Evet ama, unutma ki ölüler için zaman sonsuzdur, mekân ise sınırlı.” “Hiç böyle düşünmemiştim” diye itiraf ediyor Zehra. Duydukları tuhaf şeyler ama daha önce de belirttiğimiz gibi genç kızın şaşırma duygusu yok olmuş durumda. Bu şehirde yaşarken yerin altını hiç düşünüp düşünmediğini soruyor ölü adam, Zehra hiç aklına gelmediğini söylüyor. İstanbul onun için yerin üstündekilerden, caddeleri kaplayan uzun, yılankavi araba konvoylarından, insan kalabalıklarından ibaret. Ölü adam, yerin altında, üstündekilerden çok daha fazla insan olduğunu söylüyor. Zehra’ya yeryüzünde, tam üstündeki noktada ne aradığını soruyor. Ancak o zaman Zehra, bu yeni otelin bir Bizans sarayı üstüne yapıldığını hatırlıyor. Büyük gürültü koparan, basında günlerce tartışılan bir konu olmuştu bu. Zehra ölüye adını soruyor; Marcus olduğunu öğreniyor. Konstantinopolisli Marcus, ölü Marcus, hem de bin beş yüz yıldır ölü Marcus, ölü olmanın çok iyi bir şey olduğunu söylüyor. “Neden diye soruyor Zehra.” “Çünkü korkudan kurtuluyorsun. Ölü, ölümden korkmaz.” “Ya aşktan, ondan da kurtuluyor musun?” “işte onu bilemiyorum; burada hiçbir duygu yok ama bazen babamın hâlâ imparatoriçeye âşık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü ona hiç toz kondurmuyor.” Zehra, Theodora da bu akşamki davete katılanlar gibi şıkırtılı bir şeydi herhalde diye düşünüyor ve aklı davete gidiyor. Ne kadar da güzel başlamıştı her şey, ama doğruymuş; ölüm insana şah-damarından daha yakınmış; yine de hiç korkmuyor olması garip değil mi?
Sayfa 16 - Zehra’nın üçüncü rüyasıKitabı okudu
··
26 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.