Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

96 syf.
10/10 puan verdi
Recep Kayalı bir söyleşisinde "İnsan anlatmak ve anlamak için yaratılmış yegâne varlık. Anlatmak için yaratılmış bir varlığın yaratılma sebebini sanata dönüştürmek de iç gıdıklayıcı bir büyü" der ve şunu da ekler: "Öykü bizim sığınağımız ve hayatımızın çok büyük bölümünü kaplayan bir olgu, oyun alanımız." Öyküyü bir sığınak, bir var olma nedeni kabul eden, "Yazmasam deli olacaktım düsturuyla Palto adında bir de fanzin çıkaran Recep Kayalı'nın üçüncü kitabı Kamburuma Üç Sebep Ekim ayında öykü severlerin beğenisine sunuldu. Sosyal medya hesabında kitabının müjdesini verirken "Yaşamdan sapacağınız bir ara yol," cümlesini kullanan Kayalı, eserinde okuru saptırdığı o ara yolların sonucunda hayatın en işlek caddesine götürmeyi başarıyor. Eser boyunca Spinoza’nın “Yürümek düşünmektir” cümlesinden hareket edercesine yürüyüş yapmayı seven, yürüyüşe sığınan ve yürüyüşle hayattan sıyrılan Kayalı karakterleri gibi bizler de yollara düşüyoruz. Bu yollarda tanıdık simalar karşılar bizi. Bakışlarla ötekileştirilmiş, gölgede kalmış insanlar, reddilen sevgililer, terk edilen ya da ebeveynleriyle bağ kuramamış çocuklar…. Bu insanların yaşadığı öykü sokaklarına doğru yürürüz. İlk sokağımız kitaba da ismini veren Kamburuma Üç Sebep’ de kızının hıçkırığından kalbine kırbaçlar inen bir baba karşılar bizi. Ama kırbacı sadece gözyaşı ya da eller vurmaz ki. Bakışlar da vurur. “Gözün ağırlığı hiçbir ağırlığa benzemez. Bu yükleri kaldıramıyor sırtım.” der karakterimiz. Gözün şiddetinden korunmak için görünmez olmayı seçer “Görünmez olmayı öğrenmek zorunda kalmış bir adamım. İnsanların gözleri bana değmesin diye yok olmayı öğrendim yaşamım boyunca.” Ancak diğerleri görünmezlik iksirini bozar ve kahramanın kızının varlığıyla unuttuğu sırtındaki mirası ona hatırlatır. Kahraman için kendinden önce kızı vardır. Kızına anlattığı masallarla, efsanelerle, hikâyelerle sırtındaki kırbaçların acısını hafifletmeye çalışır. Sokağı adımlamaya devam ederken birden gözlerimiz gökyüzüne kayar. Gökte Uçan Hüma Kuşu’nu seyrederiz. Acıyla, hüzünle, sabırla ama en çok da sevgiyle yoğrulan bir hayatın göklere yansımasıdır Hüma Kuşu. Evladını kendisine verilmiş bir ceza olarak algılayan ve bir türlü kendini toplayamayıp sonunda solan bir anne, sevgi ve merhamet timsali bir baba. Sıla derin yetenekleri olan bir çocuktur. Kimse görmez ondaki yeteneği. Sadece babası inanır ona. Bu öyküyle inancın, sevginin neler yapabileceğini gözlerimiz dolarak okuruz. Kayalı bu öyküde insanın alçaltıcı şükür duygusuna da dikkat çeker. “Üçümüz bir parka, lokantaya gittiğimizde insanların kalp kıran, o meraklı, bizi zehirleyen, gözleriyle kızımızın arasında geçtiğimizde göğsümüzde kurşun yarası açan acıma dolu bakışları… Sıla’ya baktıktan sonra kendi çocuklarının başlarını okşamaları… Kendi çocukları böyle bir ucubeye benzemediği için Allah’a şükretmeleri…” Bu öyküyle Kayalı, özel çocukları olan ailelerin yaşadığı manevi sıkıntıları ve gizil tacizi başarıyla anlatıyor. Öyküdeki dikkat çeken bir diğer husus ise Kayalı’nın çizdiği baba karakteri. Pasif ya da sadece para kazanıp evin geçimini sağlayan bir baba figürü yok karşımızda. İşe giderken kızını da yanında götüren, her saniye onunla ilgilenen bir baba. Recep Kayalı öykülerinde özellikle erkek karakterleriyle olanı da olması gerekeni başarılı bir biçimde resmediyor. Aslında öykülerinde iyi insan olmaya misaller veriyor. Gözlerimizi sokaktaki insanların yüzünde gezdirirken bayide şeffaf poşet içindeki dergiyi okumaya çalışan bir gençle karşılarız. Cebindeki parasının yarısını dergiye veren ama Türk şiirine bir türlü selam çakamayan şairdir o. Görmezden gelinen, uykuları bölünen, yenilen, sorgulayan ama pes etmeyen bir şair. “Sokaklara, evlere, odalara sığamayacak kadar büyükken ruhum, neden görmüyor beni insanlar? İçimde bir hayvan olduğuna inanmak istiyorum” Persona Non Grata içindeki hayvanı fark eden ve onu aramaya başlayan, o hayvanı sadece şiirle sakinleştiren şairimizin hikâyesi. Bu hikâye aslında sadece o şairin değil yazmaya gönül vermiş herkesin hikâyesi. Az ötede bir kuyu. Kuru inatlarımız. Boş inançlarımız, sorgusuz sualsiz itaatlerimizle o kuyuya attıklarımız. Kör Kuyulardan Çıkartılan Hikâye’de bir çocuğun tasavvurundaki kahraman babayı, celladı, mezarını izleyen insanları, ölümleri sorgulamayan halkı çarpıcı ve yalın bir dille yüzümüze vurur Kayalı. Önce Dağlar Kar Tutar öyküsünde kendini bir yere en önemlisi bir eve ait hissetmeyen naif bir yazarın öyküsü anlatılır. Bu durumu annesinin evinin kapısında şu cümleyle anlatır: “Ne içerdeyim, ne dışarda” O eve ait değildir çünkü babası yoktur. Ama babasının evine de dâhil değildir. Babasına olan kini büyümüş hesaplaşma zamanı gelmiştir. Kayalı öykülerinde baba-oğul ilişkisinin önemine sıkça değinir. Evlat için babanın ne demek olduğunu, babanın ne kazandırıp ne kaybettireceğine öyküleriyle ayna tutar. Sokağın sonunda bir sirk. Neşenin yakışmadığı bir yüz. Yüzünde maskesiyle Eyüp. Kayalı, Çürüyen Gölgeler Sonatı isimli öyküsünde Eyüp’ün feneriyle korku ya da noksanlıklarımızı kullanarak para kazanan, makamını sağlamlaştıran insanlara fener tutuyor. İronik, bir o kadar gerçekçi bir dille bizi o kasabanın içine alıyor. Öyküye dâhil olunca Eyüp’ün önündeki aynayı kırmak, onu oradan kurtarmak yapacağımız ilk iş oluyor. Ve sokakta yatılı bir okul. Kayalı, Fikret Üçlemesi’yle yatılıya verildiği için ailesine tavır alan, evden uzakta kalmanın acısıyla evdekilere gönül koyan çocuklara ses olur. Öfkeyle, kızgınlıkla, yalnızlıkla ruhunu ezen çocuklara. “Büyümenin aslında hayata alışmak demek olması içini buruyordu. Ailesinin yanına gitmeyi istemiyordu hiç. O olmadan yaşamlarına devam edebilmeleri canını acıtıyordu. Böyle olmamalıydı. İhanetti onların yaptığı. İki yerde birden olamamak ne büyük bir sıkıntıydı. Acaba o, evinden bilmem kaç yüz kilometre uzakta, nerden geldiğini bilmediği onlarca çocuğun, sert ve suratsız ihtiyarların, bastırılmışlığın, kızılcık sopasının, haşlanmış et kokularının arasında günden güne görünmez olurken ailesinin aklına geliyor muydu? Biliyorlar mıydı bir kâse çorbadan başka bir şeyi içinin almadığını?” Saptığımız bu yolda gördüğümüz son yüz ise emekli postane memuru Kenan. Kenan Üçlemesi’nde rüyasından elinde bir hurmayla uyanan Kenan’ın büyülü öyküsü anlatılır. Kenan’ın hüzünlü bir o kadar da eksik öyküsündeki acıyı, unutulmuşluğu ve yalnızlığı gözümüze sokmadan kelimelerle hissettirir Kayalı. Rutine dönüşen hareketlerle yaşamaya devam etsek de her gün en az bir defa biz de Kenan gibi düşünürüz. “Yine de hayatın tek seferlik bir hak oluşu canını sıkıyordu.” Recep Kayalı, etkileyici kurgusu, pürüzsüz ve ironik dili, ilginç öykü başlıkları ve ilmek ilmek işlenmiş karakter ve mekânlarıyla öyküsünü sağlam bir zemine oturtuyor. Kurguladığı mekân ve atmosfere uygun yakaladığı ritimle okuyucunun öyküden bir an bile uzaklaşmasına fırsat vermiyor. “Kuruduğunda kaşınan, koparıldığında tekrar kanayan yaraya dönüşüyor dünya” diyen ve kaşındıran yaraları kanatmaktan korkmayan Kayalı, yaratılma sebebinin yazmak olduğunu düşünen ve bunu başarılı bir biçimde sanata dönüştüren bir öykücü. Kamburuma Üç Sebep de bunun en iyi ve sağlam bir kanıtı. Bahtı açık olsun. Huriye EMRE Hece Öykü Dergisi, 102. sayı
Kamburuma Üç Sebep
Kamburuma Üç SebepRecep Kayalı · Bilge Kültür Sanat · 2020269 okunma
·
119 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.