Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

280 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
9 günde okudu
‘Bir ömrün hikayesi sığar mı bilmem satırlara’
Kurmaca ile gerçek arasındaki fark asılsız, diyordu Nihan Kaya. Her öyküde kendi öykümüzü okuruz zira..Zaten sanırım başka bir seçeceğimiz de yok. Tam olarak birini anlayabileceğimize inanmasam da anlamaya yaklaşmamız kendi öykümüzden çıkarak başkasının öyküsüne yol almakla. Niçin böyle başladım? Çünkü, Çocukluğum’du kitabın adı ve ben başkasının hikayesinden kendi hikayeme yol alabilir miyim merak etmiştim.Henüz ‘yaşlı’ denilen bir değilim, fakat ‘çocuk’ denildiğim dönem geride kaldı. Küçük Semeyna yoktu. Öyle miydi? Tam olarak değil sanırım. Çünkü, yoksa niçin o zamanın peşine düşülsün. Geçmiş nasıl bir geçmiş.. Hep garibime gitmiştir. “Çocukluğumda kendimi arıların balını bıraktığı gibi; sıradan, sade insanların her birinin ruhumu zenginleştiren bir şeylerini, yaşamla ilgili bilgilerini, düşüncelerini, deneyimlerini bıraktığı bir arı kovanı gibi düşünüyorum. Bu bal sık sık acı, kirli oluyordu, ama gene de her bilgi bir çeşit baldı.” diyordu yazar bir yerinde kitabın. Ben bu cümle etrafından okudum aslında kitabı. Farklı farklı karakterler. Ve bi çocuğa işlenişleri. Bu balların çoğu kirliydi gerçekten. Ama düpedüz sadece kirli olsalardı keşke. Oysa hep karışık geliyor hayatta önümüze. Birine kolaycacık kötü ya da iyi denemiyor bu yüzden. Ama şu var ki, sanırım zaten insanları iyi kötü diye ayırmak değil mesele. Mesele kötü durum ve davranışları fark edip, ona önlemini almak. Karakterlere gelirsek; büyükanneyle başlayayım.. Büyükanne, bütün basit görünürlüğü altında derin bulduğum biri. Zaten basit olan, asıl derin değil midir, bir su küresi gibi, sade ve derin.. Kalbinin merhameti, uzun uzun anlattığı masallar ve torunuyla birlikte gökyüzündeki yıldızları izlemesi. Aslında demek istediğim, o hayattaki bütünselliği bulmuş gibi geldi bana. Oysa kendi bile farkında değildir bunun. Bunun farkında olsa olsa ‘İyi iş’ olurdu. İyi iş, romandaki başka bir karakterimiz. O ise farkındalığı en yüksek kişi olabilir. Diğerlerinin tanımlayamadığı, onun deyimiyle ‘Yabancı’ buldukları kişi. Bana kalırsa Aleksey’in en iyi dostu o. Zaten bi çocuğun anladığı bir büyüktü o..Belki de yabancılara yüreğimizi açan, yani ki bizim gibi olmayanı sevmemizi sağlayan o içimizdeki çocuktur. İyi iş ve Aleksey, tabiatta bir yerlerde oturup susuyorlardı. Gerektiği kadar konuşup daha çok anlatmak istediğini gösteriyordu İyi iş. Bir de kitapta belki de en çok sevdiğim yerlerden olan; başkasının vicdanının arkasına sığınmak meselesi vardı. Bu, büyükannenin bir gece okuduğu dini bir metinde geçiyordu. Ama İyi iş’i bu cümle çok etkilemişti. Birkaç gün düşündü bu meseleyi. Önemli olsa gerek sahiden. Çünkü kötülüklerin çoğu başkasının vicdanı arkasına saklanarak olmuyor mu? Şimdi kanımızı donduran Hitler’in peşine o vakitlerde ne kadar insan takılmıştı? Kötülük kişi sayısına bölünüyor ve azalıyormuş gibi. ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ diyor buna Hanna Arendt. Çingene dostu vardı bir de, evlerinde büyümüş, sahiplenilmiş bir çocuk. Aleksey için fedakarlık yapan. Akıllı, hayatı oldukça iyi gören, onu dönüştüren. Çok düşünmekle hayatı iyi görmek farklı bir şey bence. Düşünceyle hayatın geçiş noktasında bir kırılma noktası var. Onu kıran realite sanırım. Bu arada çingenelerin hep hayatı iyi okuduklarını düşünmüşümdür.. İçimi en çok yakan sanırım annesine duyduğu hislerdi. Bir çocuk annesi uzaklarda da olsa onu anne bilmeye, yalnız ona annelik yeri ayırmaya nasıl devam ediyor, diye düşündüm.. İmgeler, ta çocukluğumuzda başlıyordur belki de. Uçurum sevgisi gibi bir sevgiydi annesine sevgisi. Ya da o şarkıdaki gibi: “Sonsuz uçurumlardaki çiçeklere dokunamazsın.” gibi. Ve dede.. Dede benim açımdan iki noktada dikkatimi çekti. Birincisi, büyükanne yani karısıyla hemen hemen aynı hayatları yaşıyor olsalar da, olayları algılayış ve tepki biçimlerinin oldukça farklı oluşuydu. Büyükanne, daima bir güzellik, merhamet, olayları toparlama buluyordu. Oysa dede öfke, dayak,ceza buluyordu. İkisi de dindar fakat çok farklı bir şekilde. Büyükanne Tanrısı’yla her şeyi konuşuyor, güne dair, hayata dair, affetmeye dair. Dede ise ezberlediği dualarla, güzel kıyafetler giyerek çıkıyor Tanrı’sının karşısına. Biri direk ilişki, biri törensel..İkinci dikkatimi çeken de bu oldu sanırım, törensel bir insan oluşu. Törenler bütün görkemli görünüşleri ardında, büyük bir uzaklık gizliyorlar içlerinde. ”Bütün törenlerin, şölenlerin, ayinlerin, yortuların dışında, sana geldim” diye bir mısra vardı bir de.. Hüznün rengiyle boyanmış bir çocukluk hikayesi okudum. Öyle ki evlerin çatılarındaki yalnızlığı, hüznü görebiliyordu Alekseycik.. En çok da onları. Bir de kendine yaptığı bir yer vardı. Yerin içinde oda gibi bir yer. Günün sesleri kulağında, günün saatleri gözlerinde oluyordu. Çocukken kendimize yaptığımız küçük evleri/ yuvaları hatırlattı bana.. Elbetteki benim hikayemle kıyaslanamayacak denli yaralı bir hikayeydi bu. Sayısız ölüme şahit oluş, kerelerce dayak, üstelik kırbaçla, sürekli terk ediliş ve oradan oraya.. Keza kadın erkek algısındaki o farklılıklar. Ama ben yine de kendime yollar buldum. Nasıldı o söz, ”Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.” Ve sanırım tam olarak kapanmıyor ömrün devirleri. Kapanıyor gibi olsalar da..
Çocukluğum
ÇocukluğumMaksim Gorki · Can Yayınları · 201315,7bin okunma
·
47 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.