Kierkegaard'ın hangi eserini okuduysam (yanılmıyorsam bu on birinci kitabı oldu), onda Spinoza ve Nietzsche devamlılığı görüyorum. Bu eserinde de durum pek değişmedi.
Kaygı, ölüm ve din olgularını inanç, düşünce, doğru bilgi ve gerçek ilkeleriyle ele alarak insan-tanrı ilişkisini bir çok ezberden çıkararak gerçekçi şekilde ortaya koymuş. Kierkegaard felsefesinin özünü her tecrübenin öznel olduğu oluşturmaktadır. Bu da tragedyanın kendisidir. Dolayısıyla insan kendi trajedisini her ne kadar anlatabilse de bunu karşısındakine olduğu şekliyle aktaramaz. Din de böylesi bir şahsına münhasır noktada insanın kendisine özel olarak kalmakta ve bu sayede riya, gösteriş gibi etkilerden de korunmuş olmaktaydı. Keza öznellikten çıkmış bir din her alanda anti tez söylemle karşılaşmakta ve bunun sorumluları da dindar insanlar olmaktaydı. Kierkegaard bu noktada dini öznelliğe hapsederek aklın ve anti tezlerin yoğun saldırından dini izole etmiştir. Akıl ve dini birbirinden net şekilde ayıran bir düşünce pratiği edinmiştir. Bu eserinde bu izolasyonu görüyoruz. Aksi durumda dini akıl yürüterek anlama ve anlatmaya kalktığımızda bilimsel bilgiye dönüştürdüğümüzü ve her bilimsel bilginin yanlışlığı kanıtlanabilir olduğundan bunun dini yozlaştırma olacağını ortaya atmaktadır. Bu noktada iman olgusu önemli bir yer teşkil ediyor Kierkegaard'da ve imanın en önemli özelliği olarak kişinin kendi iradesiyle eylemini gerçekleştirmiş olmasını görüyor. Sorumluluğu üzerine alan insanın asıl iman sahibi, toplumun içine saklanmadan kendi yanlışlarıyla ve acılarıyla yüzleşen insan ideal insan noktasına ermektedir. Bu anlamda yoğun bir Nietzsche tadı almamak mümkün değil. Tabi din konusunda Nietzsche'den oldukça uzak bir yaklaşıma sahip olsa da imanı trajediyi yaşamakla özdeşleştirmesi noktasında sımsıkı bir bağ var.
En büyük yükü aradın, kendini buldun!
Keyifli okumalar.