Gönderi

Otelin hazırlık döneminin başlangıcı olarak belirledikleri günden bu yana bir buçuk ay geçmişti. O zamandan beri de Serhat’la arkadaş olmuşlardı. Ama Serhat Kuran kursundan yetişmiş, beş vakit namazında ve aklını din konularıyla bozmuş biriydi, iyi çocuktu ama bu dünyaya sadece neyin günah, neyin günah olmadığını anlamak için gelmiş gibiydi. Şefinden izin alarak beş vakit namaz kılar, eğer bu akşamki gibi izin koparamazsa daha sonra kaza namazını eda eder, hatta kendini affettirmek için nafile namazları kılar, güneşin en yüksek noktasında dünyaya cinlerin doluştuğu yönündeki çöl inancına yürekten inanır, banyoda da cinler bulunduğu için orada fazla vakit harcamaktan çekinir, ahlaksızlığı tasvir etmek fesada teşvik eder diyerek arkadaşlarıyla sohbete katılmaz, kadınlara bakmaz, çıplak kadınlar gösterdiği için televizyon izlemez, Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da cihada gidenlere imrenir, Allah yolunda şehadet şerbetini içmenin bir faninin ulaşabileceği en yüksek mertebe olduğuna inanır, internette İslami sitelerde yazılanları izlerdi. Bu sitelerden birinde Rakka’ya giderek IŞlD’e katılan Türk arkadaşlarının mesajlarını okumuştu. Bir kısmı ailesiyle Suriye’ye geçerek İslam Devleti’ne yerleşmiş, bir kısmı ise ailesini terk ederek gitmişti. Serhat’ın da en büyük hayali bu darülharp ülkesinden ve laik domuzlardan kurtulmak, şeriatın hüküm sürdüğü, hırsızlık yapanın elinin kesildiği, zina işleyenlerin ve küffarın katledildiği o temiz, o aydınlık, o İslam kokan topraklara ulaşmaktı. Ama ne yapsın ki yatalak anasının ondan başka bir dayanağı, bir geliri, ona bakacak bir akrabası yoktu. Rakka’ya gitse annesi ölürdü, gitmese her gün biraz daha boğulduğu bu günah şehrinde, bu İstanbul bataklığında mahvolup gidecekti. Acaba hangisi daha günahtı? Yatalak anasını terk ederek İslam Devleti’ne gitmek mi, yoksa orada Allah yolunda savaşan din kardeşlerinden ayrı kalıp bu günahkârlar cehenneminde yaşamaya devam etmek mi? Bunun cevabı yoktu işte. ... Büyükleri ve arkadaşlarıyla her hafta buluşur zikir ayini yaparlardı, çünkü Zülcelal’in ismini ne kadar çok teşbih edersen, günahtan o kadar uzak durur ve sevap kazanırdın. Serhat da ayinin düzenlendiği gecekondu evine büyük bir sabırsızlıkla gider, kapıda ayakkabılarını çıkarır, başına beyaz takkesini giyer ve kendisine bir gayretullah ihsan edilmiş gibi hissederdi. Zikirden sonra da büyüklerinden, âlim ve fazıl hocalardan feyz alma sohbeti başlardı. Bu sohbetlerin başlıca teması, şer-i şerife saygılı, din-i mü-bin uğruna İslam sancağını üç kıtada dalgalandıran ecdadımızdan sonra, bu memlekete gâvurluğu getiren, tövbe estağ­furullah kadınların başını açıp, erkeklere zorla şapka giydiren -burada İskilipli Atıf Hoca’nın ruhuna Fatiha okunurdu, gök gözlü gâvurun, o Selanikli dönmenin, adına Atatürk denilen o deccalın, o İngiliz ajanının yarattığı tahribattı. Serhat bütün zerreleriyle Atatürk’ten, onun yolunu izleyenlerden, laiklerden, Anıtkabir'e giden putperestlerden nefret ediyordu. Elinden gelse hepsini kılıçtan geçirir, “Allahüekber” diyerek, babasının başında durarak öğrettiği usulde kurbanlık koyun gibi keserdi. Aynen koyunlar gibi onların da gözlerini, ellerini, ayaklarını bağlar, bıçağın enli yanını üç kere boyunlarına sürer, tekbir getirdikten sonra keskin tarafını bastı­rır, kan fışkırınca çırpınan vücudu zapt edip kanın iyice topra­ğa akarak boşalmasını beklerdi. Kâfirin, öldükten sonra bile bacakları seğirecekti elbette ama o bunun bir refleks sonucu olduğunu biliyordu. IŞlD’in kesip gösterdiği her kâfir kafası içine bir ferahlığın yayılmasına yol açıyordu. Çünkü onlar da îslami usullere uygun kesiyorlardı kâfiri, aynı hayvan kesme terbiyesinden geçtikleri anlaşılıyordu. Kafa kestikten sonra ha koyun, ha dana, ha insan, ne fark ederdi? O koyunlar, kâfirlerden ve laiklerden daha masumdu. Neyse ki ülkenin başında, tam olarak içine sinmese, dünya malına fazla düş­künlüğüyle kelamullah yolundan ayrılmış görünse bile, yine de öteki gâvurlardan iyi, alnı secde gören bir imam vardı, işte şimdi “ulu’l emre itaat” kuralı yerine getirilebilirdi. Liderin, Gulbeddin Hikmetyar gibi ulu bir zatın dizinin dibine kıvrılıverdiği fotoğrafı odasının duvarına asmıştı. Ne mutlu ki devletin başına böyle bir zat-ı şerif geçmişti. Geçen yaz işsiz geçen o zor günlerinde, mübarek Ramazan-ı şerif şerefine kurulan iftar çadırlarında hem orucunu açmak hem de zavallı anacığı­na yiyecek bir şeyler götürmek için Eminönü’ne gider, ama daha önce Sultanahmet Camii Şerifi’nin önünde halka nasihat eden, onların sorularını cevaplayan o nur yüzlü mübarek zatın, televizyondan da canlı olarak yayınlanan sohbetini izlerdi. Meydanda yüzlerce mümin kardeşi, bacısı otururdu. Onlar elden ele gezdirilen mikrofonla sorularını sorarlar, sahnedeki mübarek ilahiyat profesörü de evelallah derin ilmiyle hepsini cevaplandırırdı. Her şeyi bilirdi bu hoca. Soruların tamamı günah üstüneydi. Mesela bir kadın “Hocam ben orucumu tutuyom, namazımı kılıyom, Allahıma karşı her vazifemi yerine getiriyom” demişti. Hoca da, “Allah kabul etsin evladım” deyip, canlı yayın zaman kısıtlamalarını, reklama gideceklerini hatırlatarak sorusunu sormasını istemişti. Kadın, “Hocam, benim gocam oruç tutmuyo, benden de yemek bekliyo; ona yemek yapıp götürdüğümde günaha girer miyim?” diye sormuş­tu. Hoca mikrofonu almış, “Kocana hizmet etmek senin mesuliyetindir kızım” demişti. “Hizmetini yap, onu Allahü tealayla baş başa bırak. Herkesin günahı, sevabı boynuna.” Sonra ergenlik yaşında bir çocuk, tir tir titreyerek hocasına, banyoda fazla oyalanmanın, aynaya fazla bakmanın günah olup olmadığını sormuştu. Hoca da “Evet” demişti, “günahtır evladım, çünkü cinler oraları çok sever.” Böylece “istimna”ya çok düş­kün olduğu belli olan sivilceli, gözlerinin altı morarmış oğlan “meyus” bir şekilde yerine oturmuş, yanında oturan şişman başörtülü anası ise bu cevaba çok memnun olmuştu. Oğlana ben sana demedim mi gibilerden baş sallıyordu. Aslında Serhat’ın cesareti olsa kafasını kurcalayan soruyu sorar, anasıyla cihat arasına sıkışan ruhunu ferahlatacak bir cevap almak için mikrofonu isterdi ama böyle uluorta sorulamazdı ki bu soru. Bu deccal devletin polisleri hemen yakasına yapışırdı insanın. Gidiş İslam yönündeydi ama memleket henüz o deccalın tesirinden tam olarak kurtulamamıştı. Neyse ki o günler hızla geliyordu Allah’ın izniyle. Uzun zamandır kafasını kurcalayan, cevabını bulmak için beynini patlatmasına rağmen hiçbir sonuç alamadığı ve cevabı hiçbir kitapta bulunmayan, hatta sorulması bile küfür sayılabilecek birkaç soru daha vardı. Çok iyi biliyordu ki bu soruları, onu ifsat etmek isteyen şeytan aklıma sokuyordu. O da İslam’a uygun bir cevapla şeytanı savmak istiyor ama onu mat edecek cevabı bir türlü bulamıyordu. Kafasını kemiren sorulardan birisi peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin muhterem pederlerinin Abdullah olan ismiydi. Serdar ilminin yettiği kadarıyla bu ismin “Allah’ın kulu” manasına geldiğini biliyordu. Peki nasıl olmuştu da peygamber efendimizin henüz dünyayı İslam’la şereflendirmediği cahiliye devrinde doğmuş olan bu mübarek zatın isminde Allah adı geçiyordu? ikinci soru daha da belalıydı. Yaratılmışların en şereflisi olan insan nesli, Hazreti Adem atamız ve Hazreti Havva anamızdan türediğine ve ikinci nesilde onların çocuklarından başka kimse bulunmadığına göre, bu türeme nasıl olmuştu? Kardeşler birbirinin -tövbe estağfurullah- karısı kocası durumuna mı gelmişlerdi? Eğer böyleyse bu Allah indinde, cennet elması yemekten de, Kabil’in cinayetinden de daha büyük bir günah değil miydi? insanlığın temelinde günah mı vardı? Serhat ikinci soruyu büyük bir cesaretle, feyz aldığı derin hocalardan birine sormuştu. Adam bir süre sakalını sıvazlayarak düşündükten sonra, dünyanın başlangıcında insan soyu türesin diye kardeşler arasında evliliğe bir müddet izin verildiğini söylemişti ama sesi ve yüzü tereddüt ettiğini o kadar belli ediyordu ki bu cevap Serdardı hiç tatmin etmemişti. Bunun üzerine hoca, “Biliyorum ki bu cevap seni rahatlatmadı evladım” demişti, “ama sen sen ol bu şeytani suallerden uzak dur, sırrı ilahiyi âciz mantığınla çözmeye çalışma. Sonra Allah muhafaza şirke ve küfre düşer, cehennem azaplarına duçar olursun.” Serhat da bunun üzerine kafasını bu tip zehirleyici sorulardan azade tutmaya gayret etmişti ama derken Hazreti Nuh'la ilgili olarak aynı düşünce gelip yerleşivermişti beynine. Madem tufandan sonra Nuh Peygamberdin eşi ve iki oğlundan başka kimse kalmamıştı dünyada, çoğalın emir nasıl uygulanmış ve yeryü­zü nasıl insanla doldurulmuştu? Tövbe estağfurullah, yoksa... İş buralara geldiğinde Serhat hemen abdest alıp namaz kılı­yor, teşbih ediyor ve adı batasıca şeytanın ifsat etmeye çalıştı­ğı ruhunu temizlemeye çalışıyordu. Ne var ki bu işi tek başı­na çözemeyeceğini, aklına durup durup sapkın düşünceler sokan şeytanı tek başına kovamayacağını anlamıştı. Ne kadar tespih çekse, ne kadar tövbe etse, ne kadar “Şeytanın iğvasından Allah'a sığınırım” diye tekrarlasa bile günahkâr olduğu duygusundan bir türlü kurtulamıyordu. Ancak, kendisi gibi müminlerin arasında yaşayarak, Allah yolunda yürüyerek çö­zebilirdi bu sorunu; tek yolu buydu, internette her gün IŞÎD'in mesajlarını okuyor, bütün dünyadan evlerini terk edip İslam Devleti’ne giderek cihada katılan hakiki Müslümanlara gıpta ediyordu. Ankara'dan, Konya'dan, İstanbul'dan yüzlerce salih insan bu işi başarmıştı da kendisi niye yapamıyordu? Yoksa o kahrolasıca şeytan yüreğine bir korku düşürmüş, o da Allah korusun, annesini mi bahane etmeye başlamıştı. ... Kafasındaki fesadı, şeytanın içine saldığı sapkınlığı ancak cihat ateşi ve kâfir kanı temizleyebilirdi. Eğer kaderinde varsa, en yüksek mertebeye, yani şehitlik makamına bile kavuşabilirdi. Emri aldıktan sonra durmak olmazdı; bir an önce gitmeliydi. Bunları düşündüğü zaman anasına ilk kez sevgiden, şefkatten başka bir his duydu: Hınç, ilahi emirle arasına giren, onu ya gazilik ya şehitlik mertebesinden mahrum bırakan anasına karşı öfkeyle doldu içi. “Keşke ölse artık” diye düşündü,bir an önce ölse de bana daha fazla engel olmasa. Sonra böyle düşündüğü için korktu. Yoksa şeytan yeni bir tuzak mı kurmuştu ona? Anasının ölümünü isteyen günahkâr evlat durumuna düşmesini mi istiyordu? Kafası karıştı; neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemiyordu artık. Serhat henüz bilmiyor ama; fesat gibi görünen hangi ilhamın Allah'tan, ilham gibi görünen hangi fesadın şeytandan geldiğini anlama savaşı, kısa bir süre sonra bitecek. Ocak ayının üçüncü haftasında annesi huzur içinde vefat edecek. Serhat onu dualarla toprağa verirken, belki bu ölümün de ilahi bir işaret olduğunu düşünerek avunacak; onun ölümü­nü dilediğini aklına getirmemeye çalışacak. Sonra internet üzerinden sohbet ettiği Rakka'daki mücahit arkadaşına durumu anlatacak. Onun talimatlarına uyarak bir otobüse binecek, saatlerce yol gittikten sonra Suriye sınırına varacak, orada kendisine verilen adresi bulacak. Sınırdaki boş bir siloya girince onu karşılayan siyahlar giymiş, ellerinde tüfeklerle gözüne Bedrin Aslanları gibi görünen IŞlD askerleriyle buluşacak; Allah’a hamdedecek. Kardeşleri onu alıp sınırdan geçirecekler, önce bir eğitim kampına alınacak, her gün silah talimi yapacak, bombalı yelek giymeyi, Kalaşnikov, roketatar kullanmayı öğrenecek, beş vakit namazını kılacak, yatsı namazından sonra Arapça dersi alacak; zaten kulak yatkınlığı olduğu için kısa sürede anlamaya başlayacak o mukaddes lisanı; lisanı Arabi’yi. Bir süre sonra kamptan Rakka’ya gidecek. Orada kadınların hiçbir yerinin görünmediği, edepli iffetli yaşadığı, namaz vakti kimsenin sokakta kalmadığı, iç­ki içilmeyen, günah işlenmeyen, hırsızlık yapanın elinin kesildiği, hileli mal satanın kırbaçlandığı şehirde mutlu bir dö­nem geçirecek. Rakka’daki hayatı asrısaadete benzetecek, kendisine bunları gösterdiği için Allah’a yine hamdedecek. Ne yazık ki fazla sürmeyecek bu dönem. Komutanları onun İstanbul’a dönmesini isteyecekler. Serhat hiç istemese de o günah şehrine gitmeyi, tekrar o çirkefin içine gömülmeyi, üstleri bunun da cihadın bir parçası olduğunu, günü geldiğinde çok önemli bir iş yapacağını söyleyerek yüreğini ferahlatacaklar. İstanbul’a dönecek, eskiden çalıştığı Konstantiniyye Oteli’ne başvuracak, kadro dolu olduğu için almayacaklar. Araya araya başka bir otelde iş bulacak. O da beş yıldızlı, önemli insanların katıldığı şık davetler verilen bir otel. Tam havaya uçurmayı isteyeceği cinsten. Yedi ay kadar çalıştıktan sonra bir gün gelip evinde bulacaklar onu; bomba yüklü bir yelek getirecekler. Ertesi gün Serhat iki rekât namaz kıldıktan sonra yeleği giyecek, kendisine söylendiği gibi kâfirlerin konsolosluk binasına gidecek, kapıdaki kontrol kulübesine yaklaştığında “Allahüekber” diye bağırarak pimi çekecek. Vücudunun parçalara ayrılarak havaya dağıldığını gö­remeyecek, kendisiyle beraber kulübedeki Mersinli bekçi,üç çocuk babası Süleyman’ı öldürdüğünü de.
Sayfa 215 - Serhat’ın IŞÎD aşkına dairKitabı okudu
··
116 views
Ayşen okurunun profil resmi
Kitapta etkilendiğim iki hikayeden bir tanesidir.
•Onur Özkan• okurunun profil resmi
Hakim bey'in Kaçırılan bir çocuğa dair hikayesi ile birlikte benim de en etkilendiğim hikaye.
1 next answer
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.