Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Senin Adın ‘Unutulmak’ Olsun Hatırlanınca
Adnan’la yer değiştirseydik, şimdi benim yerime Adnan burada olsaydı, o da eminim aynı şeyi benim için söylerdi: Biz Adnan’la, şiirlerimizle tanıştık ama arkadaşlığımızı şiirimizden daha çok önemsedik. Biliyorum, arkadaşlığımızın ilgi çekecek, merak uyandıracak bir yanı yok. Zaten Adnan’la otuz yılı aşkın arkadaşlığımızı Adnan Azar okurlarıyla paylaşmanın bir edebi anlam taşıyacağından çok da emin değilim. Bu bakımdan, yazdıklarımda; onun ‘militan’ bir okuru olsam da, arkadaşı olmamdan kaynaklanan öznellik hesaba katılsın isterim. Nihayetinde, ‘Adnan Azar’ı Okuma Kılavuzu’ yazmıyorum. Öte yandan şunun da farkındayım: Burada söyleyeceklerim, böyle bir kılavuzu bir gün yazacaklara ya da Adnan Azar okuması yapacaklara, bir imkân da olsun isterim. Adnan’ın edebiyat terbiyesini, aslında müktebesatına sinema, hatta resim sevgisini de katacak olursak, sanat görgüsünü anlamak üzerine birkaç cümle kurmalıyım: Edebiyata ‘tavizsiz sadık’ her edebiyat insanı gibi Adnan, edebiyatçılığını, ama en çok da şairliğini öne çıkarmak istemedi. Bu bir edebi terbiyedir ve bir kenara kaydedilsin isterim. Bu terbiyeyi, hemen ardından kaleme aldığım yazımda çok kısaca şöyle tarif etmeye çalışmıştım: “Bir şiirle bir ömür boyu yaşamakta neşe bulmasını, acısıysa eğer ona da katlanmasını bilen tevekkül sahibidir onlar. Onlara, tek bir şiirle hayatın hakkını vermek için yaşamak, fazlasıyla yeter. Bırakın bir tek şiiri, tek bir sözcüğü bile değiş tokuş etmezler.” Şiiri bu kadar hayatının merkezine koyup, şair kimliğinin arkasına saklanmaması; bir çelişki değil, tam tersine birbirini besleyen ve tamamlayan bir ilişki oldu onun için. İlk kitabı ‘Unutmak Suları’ 1981’de yayımlandığında -Haydar’ı (Ergülen), aslında Erhan’ı da (Ahmet Erhan) buna eklemeliyim- Yeni Türkü’nün grup aidiyetinden uzak kalmasında da aynı terbiyenin payı var. O, böyle bir aidiyete yüz vermeyerek tasarruf ettiği zamanı, bir fazla şiirin peşine düşmekte kullandı. O kadarla kalsa… Bir gün, Pasolini’nin ‘Teorama’sını hâlâ izlemediğimiz için bize kızdı. Bir başka gün Onat Kutlar’ın ‘Günlük Şiirleri’ni cüzdanından çıkarıp açtı bana okudu, sonra da “Al senin olsun” dedi. Tezer Özlü’nün ‘Kalanlar’ı yeni çıktığında, kitabın matbaa kokusu üzerindeyken iki tane satın aldı, tuttu birini Behçet’e hediye etti. Bana dönüp, yüzünde o bildik tebessümüyle “Sende vardır” dedi, “sana da rakı ısmarlayayım.” Ergin Günçe’nin geç keşfettiği bir şiiri için kendine hayıflandı. Ülkü Tamer’in köşede kuytuda kalmış bir şiiriyle dolanıp durdu günlerce. Kitaplardı zaten onun dünyası. Sözcükler, harfler… Bir çocuğun oyuncaklarını sevdiği gibi sevdi kitaplarını. Adnan aslında, çok sevdiği Pavese’nin dediği gibi “insanlığın en eski alışkanlığı çocukluğu”nu hiç terk etmedi. Özel hayatına ilişkin tanıklıklarım bir kenarda dursun; edebiyatla ilişkisinde yalnızlığını çok sevdi. Sevmekle kalmadı, yalnızlığını, ömrüne yaydığı mutsuzluğunu derinleştirmekte, ustaca hınzırca hatta çoğu zaman hoyratça kullandı. Şiirlerinde uğultu ve unutmak, sıradan sözcükler gibi okunmamalı. “çocukluğum yaşlanmayacak uğultularda” diyor, bir şiirinde. Adnan’ın şiirini bu dizeyle özetleyecek değilim. Kaldı ki bu sözcük, şiirlerinde dikkat çekecek kadar öne çıkmamıştır. Ancak uğultu, onu kuşatan, kıstıran, teslim almaya çalışan hayatın metaforuydu. “yaşamak uğultuydu” deyişini hatırlayın. Edebi ömrü, bu uğultu karşısında sesini aramakla geçti. Şiirlerinde sessizliği bu kadar sevmesi bir kaçış değil, bir itiraz oldu zaten. ‘Unutmamak’ , Adnan için, aynı şekilde uğultuya muhalefetin en temel enstrümanıdır. İlk kitabının adındaki tercih bile bunu ele verir zaten. Kaldı ki unutmak, onun için başlı başına uğultudur. (“Parçalanmış Zamanlar”dan, ‘bir uğultudur unutmak’). Yine de ‘Unutmak Suları’nda ‘uğultu’ sadece bir şiirinin başlığıdır. Unutuş da keza… Her iki sözcüğe el atarken, fazlasıyla cimri olmasından hareket etmiyorum. Unutmak ve uğultu, Adnan’ın ilk dönem şiirlerinde, bir çatışmanın izlerini vermez bize. Bu nedenle ‘Unutmak Suları’nda her iki metafor şiir serüveninde vazgeçemeyeceği unsur değildirler. Bu çatışmayı görmemiz için, ‘Parçalanmış Zamanlar’a, aslında daha da çok ‘Beyaz Ayarı’na gelmemiz gerekecektir. Nereye mi gelmek istiyorum? 2 Temmuz 1993’e tabii ki. Ama önce ‘Beyaz Ayarı’nın bize verdiği şifrelere dönelim. Yani bir bakıma ‘sıcak çatışma’ alanına. ‘Beyaz Ayarı’nın 4. Fragmanında Adnan bizi unutmak ve hatırlamanın simbiyotik ilişkisi içine çeker: “unutmak, dedi, ayaz gibi, / işliyor içe // hatırlamak, dedi / ağır hastalık.” Aslında bu iki dize, benim Adnan’a tanıklığıma ihtiyaç duyulmayacak ölçüde son dönem şiirini ve o şiirin içine sinmiş travmasını anlatır. Benim birazdan yazacaklarıma itibar edilmesine gerek kalmaksızın hem de… Başka kanıtım yok. Bu fragmanı bitiren dizeyi aktarıyorum: “yaz, dedi, hatırlamadıklarını.” Bu dizedeki şiddet, Adnan’ın 2 Temmuz Felaketi’nden sonraki şiirini kuşatmakla kalmamış, bu travma, hayatına da yapışmıştır. Şunu söylemek istiyorum. Türkiye, 2 Temmuz’u yaşamasıydı Adnan’ın şiirinde unutmak ve hatırlamak, yine çok önemli olabilirdi ama bu kadar travmatik, bu kadar hayatının merkezinde olmazdı. Mesela şu dizeyi (‘Beyaz Ayarı’nın 30. Fragmanı) yazamazdı: “dedi unutamamak sızıyor / yaşananlardan.” Adnan, 2 Temmuz’dan itibaren, bu felaketi unutmak, unutarak bağışlamak ile hatırlayarak üstesinden gelmek arasında gidip geldi yıllarca. 18. fragman, bu ağır, acılı, sancı dolu yolculuğun özeti gibidir. “dedi, aklım acıyor. / dedi nerede / uçuşan mesafeler. / dedi, gelmiş bulundum. / dedi, acıyor mesafeler.” Behçet Sivas’a gitmeden iki gece önce Adnan, Erhan (Ahmet), Ferruh (Tunç), Nilgün, Kıymet ve Zerrin, Adviye ve Aytül’le birlikte, Mediha Eldem sokakta, bizim evdeydik. Çok özel bir nedeni yoktu, belki de gitmek istemediğimiz, gidemeyeceğimiz için Behçet’in Sivas’a gitmesini istemedik o gece. “Gitme” dedi Adnan da. Şakasına vurdu, “Bize okursun şiirlerini” dedi, güldük hep birlikte. “Sen aydın değilsin ki şairsin Behçet” diye lüzumsuz şakalarımla ben de onu caydırmaya çalıştım. Erhan, isminin ikinci hecesini uzattıkça uzatarak “Bak hele Behçeeet” dedi, “akıllı ol, gitme!” Behçet de bizi Sivas’a razı etmek çabasındaydı. Sonrasını Türkiye biliyor. Adnan o geceden sonra, Behçet’i ikna edemediğimize değil, edemeyişine ilişkin bir suçluluk duygusu edindi ve bunu ondan ne yapsak, ya da ben ne yapsam alamadım. Aramızda ne zaman Behçet’le ve tabii ki ardı sıra Metin (Altıok) Ağbiyle ilgili bir laf açılsa Adnan’ın, yakın arkadaşlarına tanıdık gelen o suskunluğuyla baş başa kalıyordum. Bir gün, kimseyle paylaşmadığım, benim hayatımda da neye mâl olduğunu hâlâ bilemediğim o sabahı Adnan’la paylaştım. Ruh halim, o dönem kalabalıklar içinde olmama uygun değildi. Yine de Behçet’e sürpriz yapacaktım. Otobüslerin saat kaçta nereden kalkacağını biliyordum. Sabah erken saatte küçük bir çantayla evden çıkıp Mithatpaşa Caddesi’nden Abdi İpekçi Parkı’na doğru yürümeye başladığımda, tam Postane’nin önünde aklıma geldi. Açtım küçük duruşma defterimi. Saat 10’da, çok önemli bir dosyanın karar duruşmasını görünce, tekrar eve döndüm ve kıyafetimi değiştirip, önce yürüme mesafesindeki büroma, ardından da günlük hayatıma geri döndüm. O merdivende Behçet, Metin Ağbi ve Asaf’ın fotoğrafına bugüne kadar ikinci kez bakamadım, bugünden sonra da bakamayacağım. Yirmi bir yıl geçmiş. Bir gün bile o fotoğrafsız hayatım olmadı. Bunu ona anlattım. Benim sırrımdı, Sivas yolundan böyle geri dönüp, hayatın ortasına düşmem. Bir işe yarayacağını, en azından benim derdime dalıp, ağır suçluluk duygusundan uzaklaşacağını düşünmüştüm. Şaşırmadı. Sessizliğini korudu. “Peki Adnan” dedim, yine o ağır suskunluğuna gömülmüşken, “ben bundan sonra ne yapacağım?” Buna da cevap vermedi. Sırrımı sahiplendi sadece. Onu çok iyi biliyorum. O günden sonra Sivas’ı Adnan’la baş başayken hiç konuşmadık. Yirmi yıl boyunca Adnan, bu travmanın ağır nöbetleri arasında gidip geldi. O nöbetlerinin birinde bir gece -1996 Nisan’ı olmalı- geç saatte aradı. ‘Demokrasi’ gazetesindeki yazımı okumuştu. “Demek insanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır ha?” dedi, kısık bir sesle, sözcüklerin her birinin üstünden geçerek. “Berbat bir çeviri ama Kundera güzel söylemiş.” Hafıza ve unutuş, giderek Adnan’ı hem şiirsel serüveninin içine daha bir çekti, hem de artan bir şiddetle hayatına girdi. Çekip giden kasırganın ardından ayakta kalmak, ne yazık ki umudunu daha fazla bilemeye yetmedi. Her defasında hayata tutunmak adına biraz daha aşınmış olarak çıktı sokağa. Her şey artık giderek daha çok sıradanlaşıyordu gözünde. Bütün bunların arasında biraz daha nefes alabilmek adına, edebiyat hayatının diyebilirim ki en üretken iki üç yılını yaşadı. Okura kitap olarak mutlaka ulaşması gereken gazete yazıları, yeni şiirler / metinler, bu döneminin ürünüdür. Bunu onunla paylaşma densizliğinde bulunduğum için burada da yazabilirim. Menzilden çıkmaya çalışmadı Adnan, çıkamayacağını biliyordu ya da kendisini buna inandırdı. Ne fark eder? Platonov’dan ödünç aldığı ‘Avare Çalı’yı zaten kendisi anlatıyor bize: “(…) pütürüklü bir avare çalı, rüzgârın yardımına gereksinim duymadan yürüyor, tozlara bulana bulana geçip gidiyordu önünden yuvarlanarak.” Ne kötü bir tesadüf! “Eksi Dört” şiiri, son kitabı ‘Beyaz Ayarı’ndan üç yıl sonra, 2010 yılında yayımlanmıştı. Burada okuyacaksınız. Dört yıl sonra, 10 Ocak 2014 gecesi Adnan’ı aradım. Boğuk, kötü bir sesle, “Sürpriz oldu Akif” dedi, “Coşkun arabayla geliyor, acile gidiyoruz.” Gitti işte. Tozlara bulana bulana önümüzden yuvarlanarak. EKSİ DÖRT ‘bir kış günü’ su ağır sesim perilerle delirir dip odalarda ‘bir kış günü toplanır’ hatıra ve söylenemeyenler tahta valize ‘bir kış günü toplanır kalbin’ kar düşlerinden muğlak bir adrese ‘bir kış günü toplanır kalbin parmakizlerinden’ satıraralarına ‘bir kış günü’ bir taksi gelir ve geri gelmez ömrümüz Önsöz: Senin Adın ‘Unutulmak’ Olsun Hatırlanınca, Akif Kurtuluş, s.11-15
Sayfa 11 - Önsöz: Senin Adın ‘Unutulmak’ Olsun Hatırlanınca, Akif KurtuluşKitabı okudu
·
303 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.