"AH FELEK, BELUN BÜKÜLSÜN FELEK!"Soğuk bir kış günü..pencereden karşımdaki karlı dağı izliyorum. Elimde Güven. Içim üşüyor sanki. Şöyle arkama yaslanıp okumaya devam ediyorum. Alt satırlarda bir söz gözüme takılıyor;
"Çok uzak ufuklara şimdi kar yağıyor.."
"Ne güzel demiş Dinamo!" diye ekliyor Vedat Türkali.
Birkaç kez daha okuyorum. Sıradan kısa bir cümle gibi.. Ama değil. Bir kar yangını var sanki içinde, kâğıt kesiği gibi sızlayan, üşüten bir yanı var. Çiziyorum altını. Devam ediyorum..
Günler sonra heyecanla başlıyor ilk tanışmamız. Kahvem hazır, koltuğum da. Manzara yine karlı, rüzgâr uğuldayıp duruyor. Eveeet ben de hazırım diye düşünüyorum. Satırların içinde kaybolup gittikçe ya da tuhaf bir sızı mütemadiyen sol yanımı yokladıkça, aslında ne kadar hazırlıksız yakalandığımı anlıyorum..
Hasan Izzettin Dinamo. Aydın kimliği, muhalif duruşu, tehlikeli sayılan kişiliği ve başına sürekli iş açan soyadıyla, Gazi Eğitim Enstitüsünü bitiremeden bırakmak zorunda kalmış olmasına rağmen, benim öğretmenlik vasfını kendisine çok ama çok yakıştırdığım, onlarca kitabı bulunduğu halde maalesef kendisiyle çok geç tanıştığım, yine de birden en sevdiklerim arasında bulduğum özel bir isimdir.
1909 Trabzon doğumlu. Sert dalgalar gibi savurması hep bundan.. Babası 1.Dünya Savaşında şehit düşünce Darüleytam'a yerleştiriliyor. Hırçın akan bir su gibiyken kendisi de yazdıkları da bu noktadan sonra yatağını bulup, çağlayarak akmaya devam ediyor. Kaçıyor, tutuklanıyor, sürülüyor, kitapları yasaklanıyor. "Tren" isimli şiiriyle hüküm bile giyiyor. Yazdıklarını kaybediyor kimi zaman. Tekrar yazıyor. Bastıramıyor..
Yok olmuyor, dağılmıyor, eksilmiyor her şeye rağmen. Ama yaşadığı yokluk, çaresizlik o kadar büyük o kadar büyük ki Savaş ve Açlar kitabı ortaya çıkıyor.
1.Dünya Savaşı yılları. Cephede değiliz belki, dekor başka, sahne başka ama savaş gümbür gümbür devriliyor bir neslin üzerine. Açlık, yokluk, korku, sıtma, bit, soğuk.. Bir ailenin iç yakan hikayesi, Hasan Izzettin Dinamo 'nun bizzat kendi hikayesi.
Ikinci defa askere çağırılan, Allahuekber Dağlarında donarak şehit olan bir baba, on beş yaşında asker kaçağı diye alınıp götürülen bir abi, seferberlikte doğan küçük Sefer, çocuklarına kol kanat germeye çalışan bir anne, o annenin kendi gömdüğü küçük yavrusu, soğuk, açlık, açlık, açlık, açlık.. Inanılmaz bir dram. Inanılmaz olduğu kadar da gerçek.
İçi acıyarak düşünüyor insan..
Gidenlerin yaşadıkları mı, kalanların mecburiyetleri mi daha zor? Hangisi? Ölüme namlunun ucunda yakalanmak mı, açlığın çaresizliğine direnmeye çalışarak yok olmak mı?
Ama bir türlü karar veremiyor. Hepsine birden bir isyan yükseliyor yürekten. Işte tam o anda Yaşar Kemal yetişiyor imdada.
Ne de güzel söylüyor;
"Savaşı icat eden görmesin cennet. "...
Keskin dilini teraziye vurmuş da yazmış sanki. Gramı gramına tartılmış gibi kelimeler. Eksiklik, yarımlık da yok; fazlalık, gereksizlik de.
Yer yer manilerle zenginleştirdiği anlatım dilinde Trabzon ağzını kullanmış. Bunu yaparken ustaca ve doğal davranması, zengin ve köklü bir kültürü ifade etmesi açısından gayet başarılı bir kompozisyon oluşturmuş. Kişiler çok net çizgilerle tasvir edilmiş, toplumsal statü arka planda hep kendini göstermiş.
Evet..Soğuk bir kış günü.. Bu karlı dağ, daha da heybetli görünüyor geceleri. Rüzgarı, suratımı hem kavuruyor hem donduruyor.
"Açlık neyse de şu acı soğuk olmasaydı!" diye tekrarlıyorum içimden. Tuhaftır..daha da üşüyorum.
Annesinin ölüm haberini alan bir çocuğun gözünden akan iki damla yaşla ısınıyorum sonra..
.