Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

74 syf.
9/10 puan verdi
·
3 günde okudu
Şeyh Abdülaziz Caviş (1876-1929) Mısırlı gazeteci, âlim ve müellif bir zattır. Meşrutiyet dönemi Osmanlısının İstanbul’unda ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da türlü vazifeler üstlenmiştir. Batı dünyasında şayi olan fikir akımlarına aşina bulunan Abdülaziz Caviş hakkında Ömer Nasuhi Bilmen şöyle der: “Değerli bir ilim sahibi idi. Seciyeli, mütefekkir, kalemi kuvvetli bir muharrir bulunuyordu.” … Mekke Emiri Şerif Hüseyin 1916 senesinde bir İngiliz dergisi vasıtasıyla yayımladığı beyanname ile dünya kamuoyuna artık Hicaz’ın Osmanlılara bağlı olmadığını, Sultan Reşad’ın Cihad-ı Mukaddes çağrısına icabet etmeyeceğini, kendi önderliğinde Hicaz’ın bağımsız olduğunu duyurmuştu. Beyannamesine göre isyanının bahaneleri özetle şunlardı; - İttihat ve Terakki iktidarının “halife”nin yetkisini kısıtlayıp, hilafet makamının sıhhatini haleldar etmesi - İttihatçıların başına buyruk bir halde birtakım Arap âlimleri katletmesi - Harem-i Şerif’in tahribi - İctihad dergisi gibi ilhâdî, reformcu yayınlar yapan dergilere hükümetin kayıtsızlığı - Asakir-i İslamiye’nin oruç tutmamasına cevaz verilmesi Fakat bu bahanelerin arasında, görüldüğü üzere “halife Kureyş’tendir” hadis-i şerifine istinat eden “hilafetin Kureyşîliği” anlayışını yansıtan bir madde bulunmuyor. Demek isyanın sebebi hilafetin Türk bir ailede bulunması değil. Buna rağmen Hüseyin’in isyanından sonra İslam âleminde, özellikle Arap dünyasında: “Kureyş’ten olan Hüseyin, Kureyş’ten olmayan Osmanlı’ya isyan etti; demek ki Osmanlıların hilafeti sahih değil” gibi bir zan, daha doğrusu bir kafa karışıklığı oluşmaya başladı. Kitabın anlattığına göre, yazılış sebebi, adından da anlaşılacağı üzere bu kafa karışıklığını izale etmektir. Yani Osmanoğulları ailesinin hilafet etmesinin “sıhhat”ini ispat etmektir. … Kitap maksadını üç safhada gerçekleştirmeye çalışıyor; Birinci safha “nasslardan istihraclar” safhasıdır. Buna göre ayet ve hadislerden yola çıkarak “halife Kureyş’tendir.” hadis-i şerifinin izah ve tevilleri, bu tevilleri destekleyen ahar hadis-i şerifler ve ashab-ı güzin’den rivayetler davayı destekleyici mahiyette dermeyan ediliyor. İkinci safha “asabiyyet” safhasıdır. İhtilafın kaynağı mezkûr hadis-i şerif, ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un ortaya attığı asabiyet nazariyesi ile ve İbn Haldun’un tevil ettiği şekilde tevil ediliyor. Üçüncü safha “getiriler-götürüler” safhasıdır. Burada, “halife Kureyş’tendir” hadis-i şerifini ale’l-ıtlak kabul ettiğimiz müddetçe el-ân ve istikbalde ne tür çıkmazlara, problemlere düçar olacağımızın izahatı vardır. Bu safahatı biraz açacağız; 1-) Hz. Peygamber (aleyhisselâm) meâlen buyurdular ki: “İmamlar Kureyştendir.” Müellif davasını kuvvetlendirmek için bu rivayeti başkaca rivayetlerle anlamaya çalışır. Bunlardan birinde (Buhari, Bezzar vd.) Hz. Peygamber imamette Kureyşiliğin, Kureyşiler hükmettikleri, yani hüküm verip onun icrasına yeterli bulundukları ve âdil oldukları nispetinde geçerli olacağını şart koşmuşlardır. Bu rivayet mezkûr hadisin ale’l-ıtlak kabulüne mani teşkil eder. Başka bir hadis-i şerif (Taberani, Tayalisi) ise şöyle buyurur: “Sizinle istikamet ettikleri sürece Kureyş’e istikamet ediniz. Eğer size istikamet etmezlerse kılıçlarınızı boynunuza takıp onları te’dip ediniz.” Bu hadise göre hilafetin Kureyşiliği ale’l-ıtlak makbul değildir. Çünkü bu sefer de “istikamet” şart koşulmuştur. Kayıt varsa mutlaklık yoktur. Ashab-ı Kiram Hazaratının bazı tatbikatı da hadisin ale’l-ıtlak kabulüne engeldir. Hz. Ebubekir’in hilafete seçilmesinden önce Ensâr (radıyallahu anhum ecmain), Hazrec reisi olan Sa’d İbn-i Ubade’yi hilafete layık gördüler. Çünkü Ensâr İslamiyetin inkişâfına yardım edenlerdi, Hz. Peygamberi malları ve canları pahasına muhafaza edenlerdi. Ama Sa'd İbn Ubade Kureyş kabilesinden değildi. Ensâr, Sa’d İbn Ubade’ye meyli ile “hilafetin Kureyşiliği” gibi çok temel bir şartı ıskalamış olabilir mi? 2) Özellikle Selef, İbn-i Haldun’a kadarki ulema ve İbn-i Haldun’dan sonra bir kısım ulema hadisin teviline gerek duymadan ale’l-ıtlak kabul ettiler. Bunlara göre hilafetin sıhhati için halifenin soyunun Kureyş’e dayanması gerekiyordu. İbn-i Haldun ve ondan sonraki bir kısım ulema ise hadis-i şerifi tevil ettiler. Bunlara göre Hz. Peygamber, o dönemde en kuvvetli, en zengin, işe en layık kabile olarak Kureyş bulunduğu için böyle buyurmuşlardır. Yoksa hadis mutlakâ Kureyş’in hilafetini şart koşmuyor. Peki neden idarecilik için bahusus “kuvvetli” kişi ihtiyar ediliyor? Çünkü idarecinin toplumda meşruiyeti için cumhurun, yani halkın ekseriyetinin biatini almış olması gerekir. Böyle olmazsa, biat etmeyen çoğunluk, hükümetin varlığı için tehlike arz eder. Biat etmeyen çoğunluk her zaman isyan edip idareyi devirmeye meyledebilir. İmametin kalıcı olması için bu yüzden asabiyet şart koşulmuştur. Sonra, akıl da böyle buyurur. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi “imametin Kureyşiliği” meselesinin “büyük âlim İbn-i Haldun’un himmetiyle çözüldüğü”nü ifade etmişler. Câviş, İbn-i Haldun yavan kalmasın diye olacak, kelâm âlimlerinden Kadı Bakillani’nin de bu görüşte olduğunu bildirerek davasını takviye etmiştir. 3) Hilafetin Kureyşiliğini mutlak olarak alsak başımıza ne türlü sorunlar gelir? Kureyşlilerin iktidarı haiz olmadığı bir zamanda, iktidarı elinde bulunduran başka odaklar Kureyşî halifeyi sindirebilir, etkisiz kılabilir, hatta makamından edebilir. Tarihte “Abbasi halifesi-Selçuklu imameti” ilişkilerinde, daha kuvvetli bulunan Selçuklu sultanları üzerinde Abbasi halifesinin müessir olamadığını gördük. Sonunda Abbasi halifesi Mütevekkil Alallah, hilafet makamını Yavuz Sultan Selim Hazretlerine devretmeye kail olmuşlardır. Çünkü hilafet kendisinde iken sadece bir isim ve etiketten ibaret kalıyordu. Fakat kendisinden daha kudretli olan Sultan Selim’e geçince hilafet tam manasını bulmuş oldu. Bir faraziye olarak Kureyş’in neslinin tükendiğini düşünelim. Hazret-i Peygamber soyu kesik olmamakla müjdelenmiştir zaten, ama mümkün olması bakımından böyle bir ihtimalin gerçekleştiğini farz etsek, hilafet makamının sonsuza kadar sakıt olacağı neticesiyle karşılaşırız. Bu ne aklen ne de naklen mümkündür. Çünkü Allah bize ulu’l-emre itaati farz kılıyor. Eğer Kureyşliler tamamen vefat ederse ortada itaate layık bir kimse kalmaz. Bu da bize hilafetin Kureyşiliğinin mutlak olmadığını bildirir. 19. ve 20. miladi asırlar için bu rivayeti mutlak olarak cari kılsak, o dönem için ümmet-i Muhammed’in hamisi mevkiinde bulunan Osmanlıların hilafetini iptal edip, hilafeti Şerif Hüseyin’e vermemiz icap edecek. Çünkü Şerif Hüseyin bir Kureyşî. Eğer Caviş gibi himmet ehli ulema bu nevi risaleleri telif etmeseydi, o gün için böyle bir tablo oluşacak ve “hasta adam” ansızın çökecekti. Bu çöküş, şüphesiz daha büyük yıkım ve kıyımlara yol açacaktı. Diğer yandan İngilizlerin desteğini alan Şerif Hüseyin’in elinde, şerefli hilafet makamı ehl-i küfrün oyuncağı haline gelecekti. Nitekim daha sonraları gelmiştir de. 1924’te TBMM hilafeti ilga ettikten sonra Şerif Hüseyin hilafetini ilan etmiştir. Ama “asabiyet”ten, “iktidar”dan noksan bulununca hilafet ne fayda verir? … Bu üç safhanın izahını yaptıktan sonra, risaledeki tenkidi calip birkaç noktaya temas etmek isterim. Birinci Dünya Savaşının etkisiyle olacak, İtilaf karşıtlığı gerek Osmanlı hükümetini ve entelijansiyasını, gerekse bilumum İslam dünyasını ifrat derecede İttifak taraftarlığına sevk etti. Öyle ki, birçokları İmparator Wilhelm’in bıyığını taklit edecek kadar “Almancı” hale geldiler. Bu etkiler risalede de yer yer gözümüze çarpıyor. Bu meyanda Câviş, Alman milletinden “ümmet-i necibe” diye bahsediyor. Hilafetin Kureyşiliği konusunda haklılığı bir yana, hilafetin sıhhatine doğrudan etkili olan bazı şartlar hususunda Câviş’in biraz tavizkâr olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, Sultan Abdülhamid “kaza” ve “icra”ya ehil idi. Devrimden sonra Sultan Reşad yetkileri kısıtlanmış bir vaziyette tahta oturdu. Bu durum Osmanlı’ya itaatin meşruluğuna halel getirmezse de, belki Sultan Reşad’ın hilafetinin sıhhatini zedeleyebilir. Bu yüzden pek çokları “son meşru ve kâmil halife” olarak Sultan Abdülhamid-i Sânî Hazretlerini gösterirler. Bu manada Câviş’in Sultan Reşad’ı biraz abarttığını söylemek mümkündür. … Sonuç olarak merhum müellifi bu risaleyi telife gayret-i diniyyesinin sevk ettiği bedihidir. Devrin Türkçesiyle ve Arapçayla başta payitaht İstanbul’da olmak üzere matbaalarda basılmış ve ümmetin parçalanmaması için okur-yazar kesimin istifadesine sunulmuştur. Allah’tan niyaz ederiz ki, ulemâ takımı istincâ taşlarının boyutu gibi meseleleri tartışmayı bırakıp bu konularda halkı ilmihallere havale etsinler, kendileri ise bir “siyasi şuur” ve “değişim talebi” yolunda siyasi atmosfer ve gündem oluştursunlar ki, Hazret-i Rasûlullah’ın niyâbeti olan bu şerefli makam tekrar layıkıyla izhar edilsin ve mazharı da “Anadolu” olsun.
Hilafet- i İslamiyye ve Al- i Osman
Hilafet- i İslamiyye ve Al- i OsmanAbdülaziz Çaviş · Bedir Yayınları · 19935 okunma
··
534 görüntüleme
zülfikar okurunun profil resmi
Kitabı okumaya niyet edenler veya zaten listesinde bulunduranlar varsa başlamadan önce bir lugat ayarlasınlar. Metin sadeleştirilmemiş. İyi ki sadeleştirilmemiş. Lugat kullanmayanlar anlamasın.
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.