Rahibelerden biri bana sordu:
“Tanrı sana bir şans daha tanısaydı yaptığın her şeyi değiştirir miydin?”
Evet diye karşılık verdim ama aslında emin değilim.
Tek bildiğim, bugün yüreğimin sakinleri tutkular, hevesler,
gururlar, ihanetler, üzüntüler, yalnızlıklar, utançlar olan bir hayalet şehirden
farksız olduğu. Bir türlü kurtulamıyorum bunlardan, kendime acıyıp ses
çıkarmadan ağladığım anlarda bile.
Yanlış devirde doğmuş bir kadınım ben, hiçbir şey düzeltemez bunu.
Gelecekte hatırlanacak mıyım, bilmiyorum ama şayet hatırlanırsam mağdur
bir kadın olarak değil, cesur adımlar atmış ve ödemesi gereken bedeli
korkmadan ödemiş biri olarak görülmek istiyorum.
Viyana’ya yaptığım seyahatlerden birinde Avusturya’daki hanımlar
ve beyler arasında büyük ilgi gören bir beyefendiyle tanışmıştım.
Soyadı Freud’du –ilk ismini hatırlamıyorum- ve herkes ona bayılıyordu çünkü hepimizin, özümüzde masum olabileceğimiz ihtimalini yeniden gündeme getirmişti; kusurlarımızın aslında ebeveynlerimize ait olduğunu söylüyordu.
Şimdi geçmişteki hatalarını görmeye çalışsam da ailemi suçlayamam.
Adam Zelle ile Antje paranın satın alabileceği her şeyi verdiler bana.
Bir şapka mağazaları vardı, insanlar gelecekte ne kadar önem kazanacağını
henüz fark etmemişken petrole yatırım yapmışlardı; onlar sayesinde bir
özel okulda eğitim gördüm, dans etmeyi öğrendim, binicilik dersleri aldım.
“Hayat kadını” diye suçlanmaya başladığımda babam beni savunmak için
bir kitap yazdı; bunu yapmasına hiç gerek yoktu çünkü ben yaptıklarımdan
gayet memnundum, üstelik yazdıkları, bana yöneltilen fahişe ve
yalancı suçlamalarını vurgulamaktan öte bir işe yaramadı.
Evet, ben bir fahişeydim; şefkat ve haz karşılığında kayrılan ve
mücevherler armağan edilene fahişe denirse tabii. Evet, ben yalancının
biriydim ama öyle takıntılı ve öyle ölçüsüzdüm ki söylediklerimi unuturdum
ve dalaverelerimi örtbas etmek için zihnimi müthiş zorlamam gerekirdi.
Ebeveynlerimin bütün bu olanlarda hiçbir suçu yok, tek suçları beni
yanlış şehirde dünyaya getirmiş olmaları; Hollandalı yurttaşlarımın çoğunun
ismini bile duymadığı bir şehir olan Leeuwarden’da her gün birbirinin aynıydı.
Güzel bir kadın olduğumu daha ergenlik çağındayken fark ettim çünkü
arkadaşlarım beni taklit ederdi.
1889’da, ailemin talihi tersine dönünce –babam iflas etti, annem hastalandı
ve iki yıl sonra öldü- yaşadıkları zorluklardan etkilenmeyeyim diye beni
Leiden şehrindeki başka bir okula gönderdiler. Olabilecek en iyi eğitimi alıp
anaokulu öğretmeni olmak için öğrenim görmem konusunda kararlıydılar; sorumluluğumu üstlenecek bir koca adayı karşıma çıkana kadar bu mesleği sürdürecektim. Evden ayrıldığım gün annem beni yanına çağırdı ve
elime bir kese tutuşturdu.
“Bunu yanında götür, Margaretha.”
Margaretha –Margaretha Zelle- idi adım, nefret ederdim bu isimden.
O devirdeki meşhur ve saygıdeğer bir oyuncunun ismi bir sürü kız çocuğuna verilmiş.
Keseyle ne yapacağımı sordum anneme.
“İçinde lale tohumları var, ülkemizin sembolüdür. Ama daha da önemlisi,
sana verecekleri bir ders var; onlar, görünüşte başka çiçeklerden ayırt
edemediğin anlarda bile hep lale kalacaklar. Ne kadar isteseler de güllere
veya ayçiçeklerine dönüşemeyecekler. Kendi varlıklarını inkâr etmek
istedikleri takdirde hayata küskün ölecekler.
İşte bu yüzden, kaderin ne olursa olsun onu mutlulukla yaşa.
Çiçekler büyüdükçe güzelliklerini sergiler ve herkes tarafından beğenilirler,
ölürler ve geriye tohumlarını bırakırlar ki Tanrı’nın işini başkaları devam ettirsin.”
Önceki günlerde tohumları koyduğu keseyi, hastalığına rağmen,
özenle işlediğini görmüştüm.
“Çiçekler hiçbir şeyin kalıcı olmadığını öğretir bize; ne güzellikleri kalıcıdır
ne de solgunlukları; çünkü sonradan yeni tohumlar verirler.
Mutluyken de üzgünken de hatırla bunu. Her şey geçip gider, yaşlanır,
ölür ve yeniden doğar.”
Bunu anlayana kadar kaç fırtına atlatmam gerekecekti?
Annemin sözleri o anda bana nasılda boş gelmişti; gündüzlerin gecelerden
farksız olduğu, içinde nefes alamadığım şehirden ayrılmak için sabırsızlanıyordum. Bugün bu satırları yazarken anlıyorum ki annem aslında kendisini de kastediyormuş.
“En uzun ağaçlar dahi böyle küçücük tohumlardan çıkar.
Bunu unutma ve hayatta sakın aceleci davranma.”