Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

724 syf.
7/10 puan verdi
Hakkı Özdemir’in Şiar’ın 28. sayısındaki “Her Şeyin Parodisi Yahut Batsın Bu Dünya” isimli yazısı vesilesiyle fark ettim Orhan Gencebay’ın “Batsın Bu Dünya” isimli şarkısı ile Tutunamayanlar’da geçen “Bat dünya bat” ifadesi arasındaki paralelliği. Özdemir şöyle diyor bahsi geçen yazıda: “Batsın Bu Dünya müzikal anlamda Tutunamayanlar’ın olduğu yerde durur. Çünkü Orhan Gencebay’ın müziği hem klâsik kalıpların dışında olmakla birlikte aynı zamanda onların bir toplamıdır; hem de arabesk, jakoben modernleşmenin dayattığı müzik anlayışının alter egosu, ötekisi ya da tabir caizse gayrı meşru çocuğudur.” Görüldüğü üzere Tutunamayanlar hakkında konuşmaya başlamak, başkalarının Tutunamayanlar hakkında yazdıklarından geçmeden olmuyor. Hakkı Özdemir’in bu yazısını okumuş olmasaydım muhtemelen Berna Moran’ın tespitleriyle bir giriş yapmaya çalışacaktım bu yazıya. Çünkü Tutunamayanlar öyle bir roman ki, hakkında söylenecek şeylerin çoğu zaten söylenmiş gibi geliyor. Ya da, bir şeyler söyleyecek olsak dahi, önceden söylenmişlerin yanında pek cılız kalacağını hissediyorsunuz. Bu yüzden diğer kitaplara dair yazılar yazarken hissetmediğim türden bir baskıyı, Tutunamayanlar için yazacağım vakit hissettim. Aslında bu hissin esas sebebi, Tutunamayanlar hakkında yazılıp çizilenlerin bitmişliği değil, bolluğu; yoksa kitabın henüz tartışılmamış yanlarının olduğu, gün be gün yapılan yeni çalışmalardan da kendini belli ediyor. Bu yazı muhtemelen yeni bir şeyler söylemeyecek; ama buna üzülmenin de yeri yok. Bu yazı Tutunamayanlar’ı bir ucundan tutmakla yetinecek; benim elimin yetişebildiği ucundan. O uç da şudur: Tutunamayanlar, yazarının maharetlerini bütünüyle sergilediği; ama belki de ilk roman diye, çok ama çok uzatılmış bir eser. Eserimizi uzunca bir ağıt olarak tanımlarsak yanılmış olmayız. Mühendis, evli, çocuklu ve görünürde huzurlu bir burjuva hayatı yaşayan Turgut Özben’e, arkadaşı Selim’in intihar haberini öğrendiği sıralarda katılıyoruz. Süregelen burjuvazi hayatını soğuk bir bıçakla kesen bir haber oluyor bu intihar. Kitabın okuru yavaş yavaş dünyasına buyur etmesini beklerdim; ama Oğuz Atay hiç vakit kaybetmeden başlıyor anlatmaya. Okuru alıştırmadan yapılan bu başlangıç, ironik anlatıyı biraz ofsayta düşürse de bilinç akışının ustaca kullanımıyla an ve mekânlar arası yapılan ustaca geçişler bu sorunu pek de büyütmüyor. Bunca geçişli yapısının kattığı akıcılık ve merak unsuruna rağmen yine de ilerlemesi zor bir roman Tutunamayanlar. Boşuna Tutunamayanlar’ı bitiremeyenler diye bir kavram ortaya atılmamış yani. Ama bunu iddia etmek için henüz erken. Konu, karakterler, anlatım tarzı gibi unsurlardaki yenilikler okuru bir şekilde romana bağlamayı başarıyor. Burjuvazi eleştirilerinin eserin başlarından yer almasına da şaşırdım – bunu daha sonraya bekliyordum –. Yapılan eleştirilerin burjuvazinin içinde olan bir karakter üzerinden yapılıyor olması bu tespitlerin sahihliğini artıran unsurlardan. Kitabı okumadan önce farkında olmadığım ama farkında olunca da katılmaktan kendimi alamadığım bir sürü tespit var. Oğuz Atay’ın gözlem yeteneği adeta parıldıyor. Örnek olarak şu alıntıyı bırakayım: “Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salamanjeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan karyolayı, aynı takımın yaldızlı gardırobunu ve gene aynı takımın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim. Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı. Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin.” -sf. 31 Turgut Özbenimiz arkadaşı Selim Işık’ın intiharı sonrası onunla ilişkili insanları ziyaret edip göz ardı ettiği arkadaşına dair izler toplamaya başlıyor. Aslında kitapta çok daha sonra geçen “Selim daha ölmemişti” ibaresi, tüm kitabın özeti olarak sayılabilir. Turgut Özben’in Selim’in ölümünü olgusal olarak değil de manen bir bağlama oturtmasının serüveni aslında Tutunamayanlar. Tekrar tekrar vurarak öldüğünden emin olma çabası gibi. Selim’in intiharını anlamlandırma süreci, adeta noktasına virgülüne dokunulmadan sunuluyor desek yanlış olmaz. Hani edebiyat derslerinde natüralizmden bahsedilirken gerçekliğin anlatımında aşırıya varıldığından bahsedilir ya, Tutunamayanlar’a da bu bağlamda “düşünsel natüralist” bir roman diyebiliriz. Mesela bir şarkı (şarkılar dizisi) ve analiz kısmı var. Selim Işık, bütün hayatını anlatan, envai çeşit sembollerle dolu şarkılar yazmış. Tabii bir de bu şarkılar dizisinin sonu gelmez bir açıklama kısmı var. Sonu gelmez derkenki usanmışlığımı abartı bulabilirsiniz; ama altı yüz küsür dizelik şarkının tam yüz yedi sayfalık açıklama metni olduğunu söylesem… Aslında sayfa sayısı sorun değil; mühim olan bu sayfaların nasıl doldurulduğu neticede. Ama yukarıda da dediğim üzere, yazarımız hiçbir kısaltma, düzeltme vs. yapmadan, her şeyi bütünüyle okuruna sunmanın şehvetiyle dolu. Örneğin, bu açıklama metninde, yalan veya alternatif tarih diyebileceğimiz bir anlatı var. Bu anlatı Orta Asya’daki Türklere kadar uzanıyor. Orta Asya dönemini anlatırken kullanılan Öz Türkçe dil, anlatıda Anadolu’ya gelindiği vakit bol bol Arapça ve Farsça kelimenin boca edildiği bir Türkçeye dönüşüyor. Şimdi, bu kısımlar, Tutunamayanlar hakkında tespitler yapmak isteyen yazarlar veya akademisyenler için adeta bir hazine niteliğinde mi? Evet. Peki romanın bütünü düşünüldüğünde, bunca uzatma gerekli miydi? Hayır. Tutunamayanlar ile ilgili en büyük derdim de bu aslında. Yazar o kadar çok sefer durması gerektiği yerlerde durmamış ki. Berna Moran’ın Tutunamayanlar’ı bir başkaldırı olarak nitelemesine katılıyorum ve bu bağlamda da cuk oturduğunu düşünüyorum. Başkaldırı başkaldırdığı şeyi alt edene kadar devam eder. Atay’ın bu romanla üstlendiği görevin pek ağır olduğu düşünülünce, yaptığı her bir şeyi bu denli abartmasını anlıyorum; ama son tahlilde bunu bir kusur olarak değerlendirmekten kendimi alamıyorum. Bu şarkı ve tahlil kısmı en azından acayiplikleriyle bir şekilde okuru oyalayabilse de, buradan sonra gelen kısımda biraz daha zorlandım. Bu kısımda Turgut Özben Selim’in bir başka arkadaşı olan Metin Kutbay ile görüşür. Metin ile içki içip kafa dağıtan Turgut Özben – ve okur– kendini acayip bir serüvenin içinde bulur. İkili bir geneleve giderler, kapılarını kapatıp orada yeni bir devlet ilân ederler ve daha bir sürü acayip olay cereyan eder. Bu kısımları ben daha çok Turgut’un “özben”liğinin dışa vurumu gibi okudum; Olric isimli alter ego gibi diyebileceğimiz karakteri de ilk burada görüyor olmamız da buna delil teşkil ediyor (Parantez içi bir yorum olarak, Olric de Olric, Olric de Olric diyenler, bu muydu Olric? O kadar abartılmıştı ki, Oğuz Atay bile bu kadar abartmamış romanda.). Bir yandan bütün günahları kabulleniş var; ama günahların sebep olduğu kirin, masum insanlara da sıçradığı anlatılıyor. Bunun için bir şekilde kötü yola düşen insanların bulunduğu genelevin dekor olarak seçilmesi de yerinde bir tercih. Ama herhalde romanın okuması en zor kısımları buralar diyebilirim. Yukarıda bahsettiğim uzatmaların devam etmesinin yanında, belki de karakterlerin alkollü hâllerini yansıtmak maksadıyla, fazlasıyla karmaşık bir anlatım var. Bu kısımlarda roman böyle devam edecekse ben alacağımı aldım, müsait bir yerde ineyim diye düşünmeden edemedim. Romanı bir tür sayıklama olarak değerlendirmeye başlamıştım artık; nice anlamlar çıkar elbet; ama roman beni ilgilendirecek bir tabiata sahip olmaktan hızla uzaklaşıyordu. Neyse ki romanda sular bu noktadan sonra duruluyor. Selim’in bir başka arkadaşı olan Esat ile olan görüşmeler daha sakin ilerliyor. Burada Selim’in entelektüel bunalımlarına odaklanıyoruz, Selim’in hayatına şarkılarla vakıf olduktan sonra, onun düşünce hayatındaki ilerleyemeyişleri daha ayrıntılı örnekler üzerinden izliyoruz. Mesela Selim Işık Camus’nün “Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım.” sözünü okuyunca birinin bu yüzden ölmesi, intihar etmesi gerektiğini haykırıyor. Bu tip çıkışlar, Selim Işık’ı bana tutunamayan bir entelektüelden ziyade, tutunmayan ve bunu romantize eden bir entelektüel olarak gösteriyor. Bir tutunamayandan bahsedecek olursak, bu Turgut Özben değil midir? Romanı Turgut’un Selim’in ölümünü kabullenme süreci olarak okuyabileceğimizi söylemiştim; ama aynı zamanda roman Turgut’un, Selim’in ölümünü öğrendikten sonra hayata tutunamamasının romanıdır. Selim’in kendini bir tutunamayan olarak tanımlaması dahi içinde romantize edilmiş bir kibir barındırmaktadır. Murat Menteş’in “İnsan, kendi samimiyetinin altını çizmeye kalkıştı mı, ister istemez üstünü de çiziyor” sözünün ima ettiği gibi, bir tutunamayan tutunamayan olduğunu söyleyip de oturup ansiklopedisini yazacak kişi değildir. Tutunamayan, bir uçurum boyunca sürüklenmekle, ya da basbayağı düşmekle meşguldür. Bu sebeplerden dolayı romanda Selim Işık’a yapılan vurgu beni rahatsız bile etti diyebilirim. Benim asıl deşilmesini istediğim karakter Turgut Özben’di. Tamam, bu karakter de elbette derinlikli bir karakter; ama Selim’e tutulan spot ışıkları yanında Turgut’un çok cılız kaldığını söylesek yanılmayız herhalde. Bu orantısızlık, Turgut’un Selim’e olan muhabbetini de temelsiz bırakıyor, ben mi kaçırdım acaba diyorum, Selim’in arkadaşı olarak sunulan tüm karakterlerin Selim ile olan ilişkileri, Turgut’un Selim ile olan ilişkisinden çok daha derin. Turgut’un Selim’in bu denli peşine düşmesi kimi zaman öyle manasız geldi ki, Turgut’un bu sergüzeştini burjuvaziye has bir şımarıklık olarak addedesim geldi. Ama bunlar büyük cümleler, polemiğe lüzum yok diyelim. Bu bölümlerden sonra Selim’deki diğer büyük boşlukları doldurmaya geçiyoruz. Bu da elbette Selim’in aşk hayatı. Önce Zeliha’nın bahsini okuyoruz, burada Selim, Metin ve Zeliha arasında bir aşk üçgeni bulunuyor. Metin-Zeliha ve Selim-Zeliha arasındaki ilişkiler, sonra Zeliha’nın ikisini de terk etmesi Selim’in içe kapanış sürecini anlatmak için iyice işlenmiş. Bunun üzerinden çok geçmeden Selim-Günseli ilişkisi de yine derinlikli işlenmiş, ayrıca hiçbir noktalama işareti kullanılmadan bilinç akışının adeta zirveye ulaştığı kısım da hayranlık verici; ama romandaki her şeyde olduğu gibi fazlaca uzatılmış. Bu kısımların en kayda değer yanı, Turgut’un tutunamayış sürecini de alttan alta işliyor olması. Bir başka notu düşülmesi gereken husus ise Selim’in tutunamayışının yalnızca fikri bir zemini bulunan ontolojik açmazlardan değil, duygusal mağlubiyetlerden de beslendiğinin altının çiziliyor oluşu, ki bunu yapmak, romanın bu noktalara kadar Selim’i sunuş şekli düşünüldüğünde riskli bir hamle. Neyse ki Oğuz Atay karakterinde sakil durmayan bir duygusal derinlik sunabilmiş ve bu riski bertaraf etmiş. Son bölüme geldiğimizde ise Turgut tam bir tutunamayan olarak evinden çekip gidişine şahitlik ediyoruz. Turgut’un istikametsiz yolculuğuna Selim’in günlüğü eşlik ediyor. Bu noktada oh be çok şükür demeniz olası. Zira yazar sonunda Selim’i Selim’in ağzından dinleme imkânı sunmasının yanında, Selim’in sözünü de pek uzatmayarak okumayı rahat bir zemine oturtuyor. Roman, olması beklenmeyen bütün yöntemleri denedikten sonra, en beklenen yönteme dönmüş gibi hissettim diyebilirim. Ne kadar doğrudur bilemesem de söylemek isterim ki, Tutunamayanlar bağlamın karakterlerin önüne geçtiği bir roman. Sadece bu son kısımlarda gerek Turgut’u gerek Selim’i ön planda görebilmeye başlıyoruz; oysaki benim en başta beklediğim buydu. Varsın sonra okuyalım o şarkıları ve sonu gelmez analizlerini. Genel olarak baktığımızda, Tutunamayanlar elbette iyi bir roman; ama çeşitli defalar vurguladığım üzere çok, çok, çok ama çok uzatılmış bir roman. Sanki Oğuz Atay tüm romanı bir oturuşta yazmış ve sonra hiçbir ekleme veya çıkarma yapmadan teslim etmiş. Kullanılan bilinç akışı tekniği düşünüldüğünde, bu hissi, yazarın bilinç akışında ne denli başarılı olduğunun delili olarak saymalıyız elbette; ama aynı zamanda etraftaki dağınıklığın insanı yok yere yorduğunu düşünüyorum. Bir ilk roman dedim ya, sırf bu yüzden. Yoksa teknik ustalık açısından hiç de alışageldiğimiz ilk romanlardan değil. O kadar şikâyet ettim, belki de aklım ermediğinden. Her Tutunamayanlar okuması yüzeyseldir hem, hele hele ilki çok daha yüzeysel. Tavsiyem, roman ne kadar sıkıcı gelirse gelsin, eğer tamamlamak istiyorsanız, olabildiğince kısa bir süre içinde, mümkünse aralıksız birkaç saate varan okuma fasılaları ile bitirmeniz. Tutunamayanlar öyle indi bindi yapılacak, uyumadan önce beş-on dakika okunup üzerine yatılacak romanlardan değil. Göreceğiniz abuk düşleri saymıyorum, her okuyuşta neyi anlamaya çalışmanız gerektiğiyle geçireceğiniz vakit o beş-on dakikalarınızı yiyip yutacaktır. Tutunamayanlar’a yazıldığı dönem itibarıyla baktığımızda elbette bir devrim. Türkçeyi hiç gitmediği yerlere götüren, dile hâkimiyet açısından eşine ender rastlanacak bir roman. Bir devrimin başarısı devirip deviremediği ile ölçülür; devrim esnasında etrafa verilen zayiat vesaire arka planda kalır ya, Tutunamayanlar’a da bu gözle bakabiliriz, bu gözle bakınca yere göğe sığdıramayabiliriz. 724 sayfalık hacmiyle sığmıyor da zaten. Yine de Tehlikeli Oyunlar yazılmış mesela, bence Tutunamayanlar’ın kusurlarını gideren ve Atay’ın esas anılması gereken romanı. Şahsi kanaatim, Oğuz Atay okumak isteyenler önce Korkuyu Beklerken ile anlatının lezzetini kavramalı, sonra da Tehlikeli Oyunlar ile devam etmeli. Bu kadarı yeter de artar. Daha fazla Oğuz Atay isteyenler için bir hazine gibi Tutunamayanlar; ama bence daha fazla Atay isteyenlere dahi bu isteklerini sorgulatacak denli kalabalık, dağınık, gürültülü ve karmaşık bir hazine. Yazıyı Hakkı Özdemir’in ifadeleriyle bitirelim: “Tutunamayanlar’ı yere göğe sığdıramayan çevreler, Batsın Bu Dünya’yı ve arabeski yerden yere vurur. Hâlbuki Oğuz Atay’ın şikâyetiyle Orhan Gencebay’ınki aynıdır. Nihayet ikisi de batsın bu dünya demektedir. Tutunamayanlar her şeyin parodisini yapıp burjuva romanının kusursuz düzeni karşısına, düzensizliği düzen edinen bir anti-roman olarak çıkar ve modernleşme ârızalarını, burjuva riyakârlığını hedef alır. Batsın Bu Dünya ve arabesk de bir ‘anti-kültür’ olarak aynı işi yapar.”
Tutunamayanlar
TutunamayanlarOğuz Atay · İletişim Yayınları · 202061,5bin okunma
··
210 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.