Gönderi

Timurlenk
Onca masanın, sandalyenin hiçbiri boş değil; bu yüzden kendilerine oturacak yer bulamadan oradan oraya gezen gariban bir grup var salonda. Çoğu genç, bakımsız, yoksul ama zeki bakışlı erkekler. Biri de genç bir kadın. Birbirlerinden hiç ayrılmadan o masadan bu masaya geziyorlar, oturacak bir tek sandalye bile bulamadan. Bırakın onları bir yere buyur etmeyi; gören, farkında olan bile yok. içlerinden ince uzun suratlı, pardösüsünün yakalarını kaldırmış biri, “Azizim” diyor ötekilere, “galiba beyhude bir gaiyret bizimkisi, iki lokma taam edelim, iki kadeh rakı yuvarlayalım diye geldik ama vaziyet ümitsiz.” Arkadaşları başlarını sallayarak ona hak veriyorlar. Zayıf, hatta sıska adamlar; kiminde eski usul fötr şapka var, kiminin yanakları çökük ve gölgeli. Biri cebinden çıkardığı patiska mendile öksürüyor. Garsonlar yanlarından fırıl fırıl geçiyor ama onların farkında olmuyorlar; hatta, acayip bir şey, onları yarıp geçtikleri halde dokunduklarını hissetmiyorlar. Veremli olduğu, süzülmüş yüzündeki ateşli gözlerinden belli olan bir genç, “Burada edebiyata, şiire değer veren kimse yok galiba” diyor. “Şu masadan başka” diye karşılık veriyor öteki, üstadın masasını göstererek. “Oradan deminden beri kulağıma kültürle ilgili konuşmalar geliyor. Öteki masalar daha çok hacıağa dediğimiz cinsten.” Üstadın masasına doğru yürürken biri, “Galiba o deyim ortadan kalktı” diyor. “Artık görgüsüz zenginlere hacıağa denmiyor.” “Evet” diye cevap veriyor öteki. “Hacıağa, nouveau riche gibi bir anlatımdı, şimdi böyleleri saygı görüyorlar.” “Bizde bu Fransızca deyimin daha âlâsı var” diyor veremli olan. “Neymiş o?” diye soruyor çökük yanaklı. “Sonradan görme” diye cevap veriyor müteverrim şair. “Müthiş bir anlatım bu, sonradan görme.” Başka biri, “Açlıktan, susuzluktan anamız ağladı ama siz hâlâ kelimeler peşindesiniz” diyerek gülüyor. “îyi ama kelimeler bizim gerçek hayatımız, onlar olmadan biz yokuz ki” diyorlar. “O zaman kelime yiyip kelime için bakalım” diye onlara sitem ediyor öteki. Ama en ağır sözü, o ana kadar sesini çıkarmamış olan balıkçı kasketli, kazaklı genç söylüyor: “Biz gerçekten yokuz” diyor. “Görmüyor musunuz, yokuz işte. Kimse bizim farkımızda değil, görmüyorlar, duymuyorlar, birbirimize göre var olmak hiçbir anlam ifade etmiyor, bu dünyaya göre yokuz.” Hepsini bir keder basıyor. Üstadın masasının çevresine diziliyorlar. O sırada üstat, Marlowe’u bilip bilmediklerini soruyor masadakilere. Herkes susuyor. Oturanların arkasına daire biçiminde dizilmiş olan genç edebiyatçılar, “Elbette biliyoruz” diyorlar. “Piyes yazarı Marlowe’dan mı bahsediyorsunuz, yoksa dedektif Marlowe’dan mı?” Ama onları kimse duymuyor. Üstat dişlerini gıcırdatarak gülüyor. “Basın Shakespeare’den bahsettiği için onun adını duymuşsunuzdur ama aynı dönemdeki piyes yazarı Marlowe’u duymadınız tabii” diyor. “Ama o sizi biliyor.” “Nasıl biliyor?” diye soruyor masadakiler. Kimsenin görmediği delikanlılar, “Timurlenk piyesini duymadınız mı yahu?” diyorlar. “Hani Yıldırım Bayezid’in esir düştüğü, Timur’un onu kafese kapattığı, karısına çıplak dans ettirdiği, sonunda buna tahammül edemeyen Bayezid’in kafasını demirlere vura vura parçaladığı ünlü piyesi.” Yine kimse duymuyor onları. Üstat, “Timurlenk piyesini duymadınız mı yahu?” diyor. “Timur Ankara Savaşı’nı kazanınca padişahınız Yıldırım Bayezid’i demir kafesle yanında gezdirir, karısını rakkase yapar, gururlu padişah da kafasını demir kafese vurarak intihar eder.” Masadakiler onu duyuyor ama birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlar. Öyle ya; hiç Osmanlı yenilir mi, hiç koskoca padişah kafese kapatılır mı, hele karısını rakkase yapmak, olacak iş mi? Şanlı Osmanlı tarihinde böyle bir şey olabilir mi? Üstat, “Şimdi” diyor, “anlattıklarımdan kuşkuya düştünüz, yüzünüzden belli; size anlatılan tarihle bağdaştıramadınız, çünkü derdiniz gerçek değil, hamaset. Sizler hamasetle beyni çürütülmüş bir avuç ahmaktan başka bir şey değilsiniz.” Ayakta duran gençler -en şişmanları hariç- “Evet” diyorlar, “aynen öyle üstat, helal olsun, biz de bunu söylemeye çalışıyoruz ama kimse duymuyor. Artık sabrımız taşmak üzere ama.” Aralarından sarışın, iriyarı, dağınık saçlı bir delikanlı olan Orhan Selim, “Yetti artık” diyor. “Bu burjuva müsveddelerinin, bu sömürücülerin masalarını dağıtma vakti çoktan geldi de geçiyor, haydi arkadaşlar. ”Hep beraber koltukta oturanları yere devirip, masanın üstündekileri sıyırıp atmak için saldırıyorlar ama hiçbir şeye, hiç kimseye dokunamıyorlar. Kirpi’nin yüzünde büyük bir hayal kırıklığı beliriyor, Üsküplü Agâh perişan, Ahfeşin Keçisi dokunsan ağlayacak durumda, Raşit Kemali iyiden iyiye öfkeli, Hadi Borazan her zamanki gibi alaycı, Gani Girgin somurtuk, Halide Salih’in gönlü kırık, Osman Giritli kederini belli etmemeye çalışıyor, Ali Kaptanoğlu kendini iyice garip hissediyor, Ateş Böceği bir yanıp bir sönüyor, F.M. ikinci yumruklarını sıkmış, Battal Bataner olduğu yere büzüşmüş, Adıdeğmez kayıtsız bir tavırla bakıyor, Bedia Servet umutsuz, Suna Gün’ün kaşları çatık, Ayhan Çağlar sinirli; hep birlikte kendilerine kötü davranan bu mekânı terk edip, çamyarması korumaların arasından görünmeden geçiyor, otel lobisinden çıkarak birer hayal gibi İstanbul gecesine süzülüyorlar.
Sayfa 262 - Edebi ve ebedi gölgelere dairKitabı okudu
··
29 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.