O sırada uzun boylu Orhan Selim birden başını eğiyor,
çünkü birbirlerine iltifat etmekte olan gölgelerin üstünden
bir cisim, neredeyse kafasına çarpacak kadar yakından uçarak
geçiyor. Rüzgârından Orhan Selim’in dağınık sarı saçları
dalgalanıyor. Bir tabut bu; uçan bir tabut.
Ayasofya’dan Sultanahmet’e doğru yükselerek gidiyor;
camilerin ışıldaklarına yakalanan beyaz martılarla oynaşıyor,
bir hava kayığı gibi gökyüzünde volan vurup, sonra aşağı doğru
pike yapıyor. Müstearlar grubu hayretle bakıyor tabuta.
Sadece Avnî, manalı manalı gülümseyerek sakalını sıvazlıyor,
‘Yetmedi mi Ya Vedûd?” diyor. “Her gece divane pervaneler gibi
dönüp durmaktan bıkmadın mı Ya Vedûd?”
Tabut sanki Avnî’ye cevap verir gibi daha da hızlanarak
fırdolayı cevelan ediyor meydanda, sonra Sultanahmet
Camii’nin minareleri arasından geçip Marmara Denizi’ne doğru uçuyor.
Müstearlar hayret içinde bakıyorlar tabutun arkasından.
Sadece, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şairinin gölgesi
Üsküplü Agâh, “Ah Ya Vedûd” diyor, “ah Ya Vedûd! Bu aziz şehrin
fethini elli gün geciktirdiğin yetmiyormuş gibi şimdi de kendi gök
kubbemizde tabutunu bir zeplin gibi dolaştırıyorsun.
Evliyalara hürmetimiz sonsuz ama...”
Avnî onu bir el hareketiyle susturuyor. “Mübarek bir zattır o” diyor.
“Cennetle müjdelenmiştir. Konstantiniyye’yi fetih müyesser olup
şehirde onun naaşım bulduğumuzda, cenaze namazını kılıp defnetmek
istedik. O anda arş-ı a’lâdan bir ses duyuldu, ‘O yıkanmıştır ve dahi
namazı kılınmıştır ve dahi cennete alınmıştır’ diye,
işte o vakit bu tabut semaya uçtu.”
Avnî azametli bir tavırla Üsküplü’ye dönüyor ve
“Madem sen biliyorsun, arkadaşlarına anlat bu hikâyeyi” diyor
ve bir anda gözden nihan olup, gayb âlemine karışıyor.
Sanki ne gelmiş ne gitmiş gibi.
Üsküplü, padişahından emir almış bir sadrazam edasıyla,
“Ya Vedûd Sultan’ı anlatayım size o zaman” diyor, “çünkü hünkârım emretti,
vacip oldu. Sultan Mehmed Hazretleri, Konstantiniyye’yi haftalar
boyu varyemez toplarıyla dövdü, surları hâk ile yeksan eyledi ama yine
de şehir düşmedi.
Bunun üstüne ulu hocalar, dervişler dediler ki, 'Sultanım bu
şehirde iman sahibi bir zat var, adına Ya Vedûd Sultan derler,
işte bu zat her gün dua eder ve Konstantiniyye düşmesin diye Allah’a
yalvarır ama az vakti kaldı; muhasaranın elli üçüncü gününde vefat
eyleyecek, sonra da size zafer müyesser olacak.’ Dedikleri gibi de oldu.
Sultan Mehmed Hazretleri ve hocalar şehre girince Ayasofya mabedinde
bu zatın naaşım buldular. Onu yıkayıp, defnetmek istediklerinde,
biraz önce Avnî Hazretleri’nin anlattığı gibi arş-ı a’lâdan bir seda
duyuldu ve tabut uçup gitti.”
Adıdeğmez, “iyi ama” diyor, “bir şeyi anlayamadım; kafam karıştı.
Konstantinopolis düşmesin diye dua ettiğine göre bu zat Hıristiyan mıymış?
Eğer Hıristiyan’sa nasıl İslam evliyası olmuş?”
Üsküplü, “Bu şehir evliyalar mekânıdır” diyor. “Nice Hıristiyan
azizi, yatır olmuştur da ziyaret yeri haline gelmiştir;
Müslüman ahalinin bağladığı çaputlardan görünmez mezarları.
Her sene Aya Yorgi’ye dizlerinin üstünde giden müminler Müslüman değil mi?”
'O sırada Battal Bataner, “Zaten” diyor, “Sultan Mehmed Hazretlerinin
muhterem zevcesi Gülbahar Hatun da îsa ehliydi" ve hiçbir zaman İslam’a
dönmedi. Hıristiyan olarak öldü.”
Kirpi, kirpiliğini göstermek ister gibi, “Zaten bu şehirde neyin Rum neyin Türk olduğunu ayırt etmek, bir bürümcük tüllbendin iki yüzünü sıyırarak
birbirinden ayırmaktan daha zordur” diyor. “Evliyaları da öyle.
Ya Vedûd Sultan’ın dinini bilmemize imkân yok.”
Bu sırada, tabutun içindeki Ya Vedûd Sultan’ın kulakları bu sohbetten
öylesine yanmış olacak ki, tabut Marmara yönünden bir hışımla uçup
üzerlerine iniyor ve müstearlar grubunu çil yavrusu gibi dağıtıyor.
Meydanda kimse kalmıyor.
Ali Kaptanoğlu pardösüsünün yakalarını kaldırıp, kasketini yana yıkarak Divanyolu’ndan sisler bulvarına doğru hızlı adımlarla ilerlerken,
“Ne şairler sevdim; zaten yoktular” diye mırıldanıyor.
Sayfa 267 - Edebi ve ebedi gölgelere dair - Ya Vedûd SultanKitabı okudu