Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

136 syf.
8/10 puan verdi
C. W. C. Oman, Ok, Balta ve Mancınık Ortaçağda Savaş Sanatı 378-1515, çev., İsmail Yavuz Alogan (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2013), 136 Sayfa, ISBN: 978-975-8704-07-1 Önde gelen orta çağ uzmanlarından C.W.C. Oman tarafından 1885 yılında henüz Oxford’da öğrenciyken yazılan bu eser bir savaş tarihi klasiği olma hasletine sahiptir. Yazıldığı tarihten sonra ilkin 1898’de ve daha sonra 1924’de genişletilen eser, 1953 yılında John H. Beeler tarafından yayıma hazırlanmış ve bu sayede son hüviyetini kazanmıştır. 1885 yılında meydana getirilmesine rağmen orta çağ savaş sanatı hakkında genel okuyucuya da hitap eden ilk derli toplu eser hüviyetini haiz olan bu eser önemli bir de kaynakçaya sahiptir. Orta çağın başlangıcından sonuna değin değişen askerî sistem ve silahları ana hatlarıyla ele alan yazar okuyucunun kafasında genel bir perspektif ve çerçeve oluşmasına imkân sağlıyor. Ele aldığı dönemin uzunluğundan ve yazarın önemli gördüğü ve askerî tarihte büyük değişimlere ve dönüşümlere yol açtığını düşündüğü uluslardan bahsetmesi nedeniyle tam anlamıyla bir perspektif sağlayamayan eser, bu yönüyle eleştiriye tâbi tutulabilir. Kitap, “Giriş” kısmı (s.12-13) ile “Roma Savaş Biçiminden Ortaçağ Biçimine Geçiş” (s.14-23) adlı birinci bölüm, “Erken Ortaçağ” (s.24-34) adlı ikinci bölüm, “Bizanslılar ve Düşmanları” (s.35-51) adlı üçüncü bölüm, “Feodal Süvarinin Üstünlüğü” (s.52-62) adlı dördüncü bölüm, “İsviçreliler” (s.63-90) adlı beşinci bölüm, “İngilizler ve Düşmanları” (s.91-116) adlı altıncı bölüm ile “Sonuç” (s.117-125) kısmından oluşmaktadır. Kitabın “Giriş” bölümünde basitçe savaş sanatını açıklayan Oman, herhangi bir dönemin “savaş sanatı”nı tam anlamıyla idrak edebilmek ve anlatabilmek için o dönemin toplumsal ve siyasal tarihinin ana hatlarıyla çizilmesi gerektiğini belirtiyor. Yazar kitabın kapsadığı dönem olan Orta Çağ’da siyasi ve askeri tarihin herhangi bir başka zamandan daha iç içe olduğunu beyan ederek, bu ikisinin birlikte incelenmesinin önemine vurgu yapıyor (s.12). “Roma Savaş Biçiminden Ortaçağ Biçimine Geçiş” (s.14-23) adlı birinci bölümde, 4. yüzyılın ortası ile 6. yüzyılın sonu arasındaki değişim ve dönüşüme dikkat çekiliyor (s.14). Bu bölümde özellikle Hadrianapolis Savaşı (MS 378) üzerinde duran yazar, bu savaş sonucunda Doğu Roma ordusunun bir daha asla eski hüviyetini temin edemediğini beyan ediyor. Yine aynı savaş sonucunda ağır süvarinin askerî tarih sahnesindeki üstünlüğünün bu savaş ile başladığı beyan ediliyor (s.17). Bu savaş sonrası Roma ordusunda süvarinin önemi gitgide artmaya başlamış, Romalılar Hadrianapolis Savaşı’nda mağlup oldukları Gotları kendi ordularında istihdam etmeye başlamışlardı (s.17-18). “Erken Ortaçağ” (s.24-34) adlı ikinci bölümde, Kuzey ve Batı Avrupa uluslarının askerlik sanatını konu edinen yazar, Roma askerlik sanatına nazaran daha karanlık bir bölgeye adım atmış olduğunu beyan ile bu dönemi aydınlatabilecek kaynakları şu cümlelerle aktarır: “Savaş sanatının Karanlık Çağlar’daki durumunu, keşişlerin kroniklerinden ve halk şarkılarından, Bizans tarihçilerinin rastgele yaptıkları göndermelerden, tezhipli yazmalardaki tuhaf çizgilerden ya da savaşçıların mezarlarında bulunan küflü kalıntılardan çıkarmak gerekir (s.24).” Bölümün ilerleyen sayfalarında Frankların teçhizat ve savaşçılarının değişiminden bahseden yazar bunun aşama aşama ve uzun sayılabilecek bir süreç sonunda meydana geldiğini beyan ediyor. Bu dönemde Macar ve Vikinglerin akınlarının durdurulmasını ve Avrupa’nın kuzey ve doğunun pençesinden kurtarılmasını temin eden gücün zırhlı atlı olduğunu belirten yazar savunma ve saldırı silahlarında da bir değişim ve dönüşümün ortaya çıktığını beyan eder. Bölümün son kısımlarında Vikingler’in İngiltere istilasına değinen yazar, Hastings Savaşı (14 Ekim 1066) ile ağır silahlarla donatılmış yaya askerinin, okçu-süvari bileşimi sayesinde kesin olarak yenildiğini beyan ile 11. yüzyılın sonları itibariyle süvarinin kesin üstünlüğünü kurduğunu belirtiyor (s.33-34). “Bizanslılar ve Düşmanları” (s.35-51) adlı üçüncü bölümde, Gibbon’un “Bizans orduları kötüydü” önermesine karşı çıkan yazar, Bizans savaşçısının diğer ülkelerin savaşçılarından farkını şu cümlelerle açıklar: “Genç Frank soylusu, atının üzerine sağlamca oturabildiği, mızrağını ve kalkanını beceriyle kullanabildiği zaman, askeri eğitimini tamamlamış sayılıyordu. Bizans soylusu ise silah pratiğiyle yetinmiyor, Mavrikios’un, Leon’un, Nikeforos Fokas’ın eserlerini ve bize sadece isimleri kalan kitapları inceleyerek, ampirik bilgiye teoriyi de ekliyordu. (s.36)” Doğu Roma generallerinin her durumda karşıtlarının savaş yöntemine göre taktik belirlediklerini beyan eder yazar, Doğu Roma generallerinin Franklara karşı ayrı Türklere karşı ayrı taktikler benimsediklerini belirtiyor. 7. ve 8. yüzyıllarda Doğu Roma’nın en güçlü rakibinin sarasenler/sarasinler (Batılılar tarafından Araplar’ı ve genel olarak müslümanları tanımlamak amacıyla kullanılan isim.) olduğunu belirten yazar Arap ve Müslümanların başarısını şuna bağlar: “7. yüzyılda Halid bin Velid ve Amr bin As önderliğinde Suriye ve Mısır’ı fetheden Araplar, zaferlerini ne silahlarının üstünlüğüne ne de örgütlerinin mükemmelliğine borçluydular. Kaderciliklerinden gelen fanatik cesaretleri sayesinde kendilerinden daha iyi silahlanmış, daha disiplinli askerlerin karşısına çıkabilmişlerdi (s.39).” Bizans’ın en güçlü rakibi olarak Müslümanlar’ı gösterdiği hâlde bu yargıya varan yazar, ikircikli bir durumu zuhura getiriyor. ‘Bizans Ordularının Silahları, Örgütlenmesi, Taktikleri’ alt başlıklı bölümde, Bizans ordularının kullandığı savaş araç-gereçlerinden, taktiklerden bahseden yazar imparator Mavrikios’un getirdiği yeni askerî sistem üzerinde özellikle durur (s.44-45). Bizans ordusunun birçok küçük birimden meydana geldiğini belirten yazar, Batı ordusundan farkını şu cümlelerle aktarıyor: “Bizans taktik sisteminin başlıca özelliği harekâtta kullanılan birimlerin küçük olmasıydı. Bu, yüksek bir disiplin ve talim derecesinin işaretiydi. Batı ordusu her biri binlerce adamdan oluşan iki ya da üç muazzam kıta halinde toplanma hatasını sürdürürken, aynı güçte bir Bizans ordusu pek çok bölüme ayrılıyordu (s.48).” Bizans’ın ihtişamlı günlerinin 1071 Malazgirt Muharebesi ile sona erdiğini belirten yazar, bunun nedenini şu cümle ile açıklar: “Bizans’ın ihtişamı 1071’de yapılan Malazgirt Savaşı’yla sona erdi. Bu savaşta Romanos Diogenes’in aceleciliği Asya thema’larındaki güçlerin Alp Arslan’ın atlı okçuları tarafından yok edilmesine yol açtı. Asyalı soyluların feodal hizbinin adayı olan İsaakios Kommenos’un yükselişiyle belirginleşen merkezi çürüme, ordunun güçten düşmesine neden olmuş olabilir. Ancak ölümcül sonuca yol açan Malazgirt oldu, çünkü Anadolu’nun içlerindeki thema’ları Selçuklu Türkleri tarafından işgal edilince, imparatorluğun asker kaynağı olan ve beş yüz yıldır doğu ordusunun çekirdeğini oluşturan yiğit İsaurialıların ve Ermenilerin toprakları imparatorluktan koptu (s.50-51).” “Feodal Süvarinin Üstünlüğü” (s.52-62) adlı dördüncü bölümde, 11. yüzyıldan 14. yüzyıla değin süren feodal süvarinin üstünlüğü ele alınıyor. Batı şövalyelerinin disiplinsizliğine dikkat çeken yazar, basit de olsa bir taktik sisteme sahip olan her düşmanın bu şövalyeleri mağlubiyete uğratabileceğini öne sürüyor (s.53). 12-13. yüzyıllar arası süvarinin kesin üstünlüğüne ve önemine vurgu yapan yazar, piyadenin ise çoğunlukla önemsiz olduğunu ve tâli bir pozisyonda olduğunu şu cümlelerle belirtiyor: “12. ve 13. yüzyıllarda piyade kesinlikle önemsizdi: Orduya eşlik eden yaya askerlerin sıradan kamp görevlerini yerine getirmenin ya da dönemin sayısız kuşatmalarına yardımcı olmanın ötesinde bir amacı olamazdı (s.56).” Feodal orduya bir alternatif olarak öne çıkan paralı askerlerin varlığından ve bunları istihdam etmenin çekiciliğinden bahseden Oman, bunların şövalyelerden pek farkı olmadığı hususuna dikkat çekiyor (s.58). Dönemin en çarpıcı askerî özelliği olarak orta çağ kalesi ve savunma tekniklerini gösteren yazar, kale kuşatmalarında kullanılan kuşatma araçlarının oldukça yetersiz olduğunu ve yiyecek sıkıntısı yaşanmaz ise ufak bir garnizonun bile bu kaleleri aylarca savunabileceğini belirtiyor (s.59). Barutun keşfinin ve kuşatmalarda kullanılmaya başlamasının 300 yıl boyunca saldıran tarafa avantaj sağlayan tek etken olduğunu belirten yazar, Avrupa’da top gücünün öncü rol oynadığı ilk önemli olay olarak ise Osmanlı sultanı II. Mehmed’in 1453 yılında Konstantinopolis’i fethetmesini zikreder (s.61) “İsviçreliler” (s.63-90) adlı beşinci bölümde, İsviçre kargıcısının 14. ve 15. yüzyıllarda gözle görülür bir hâle gelen askeri üstünlük ve etkinliğinden bahsediliyor. İsviçre piyadesinin en çok kullandığı ve onu öne çıkaran silahların 5,5 metre uzunluğundaki kargı ve yaklaşık 2,5 metre uzunluğundaki mızraklı balta olduğunu belirten yazar, İsviçre piyadesinin aldığı falanks düzeninin bu silahlarla ve piyadenin hızlı hareket ve manevra kabiliyeti ile birleşimiyle birlikte İsviçrelilerin korkulu bir düşman hâline geldiğini belirtiyor (s.65-66). İsviçrelilerin hızlı hareket ve manevra kabiliyetlerinin zırhlarının ve donanımlarının hafifliğinden kaynaklandığını belirten yazar, İsviçre Konfederasyonunun asıl gücünün kargıcılar ve mızraklı baltacılar olduğunu belirtmekle birlikte tatar yayı ve ilerleyen dönemlerde ateşli silahlarla mücehhez birliklerin de ordu yekûnu içinde önemli bir yer tuttuğunu beyan ediyor (s.68). ‘İsviçre’nin Askeri Üstünlüğü’ (s.71-84) adlı alt başlıkta İsviçrelilerin çağdaşlarına karşı askerî üstünlüğünü açıklayan yazar, İsviçrelilerin bu dönemde yaptıkları savaşlara da tek tek temas ediyor. 1339 yılında cereyan eden ve İsviçre Konfederasyonu ve Bernli müttefik ordusunun Burgonyalı soylular ile karşı karşıya geldiği Laupen Muharebesi üzerinde özellikle duran yazar, neredeyse Romalılardan beri ilk kez, tamamen piyadelerden mürekkep bir ordunun süvari ağırlıklı bir orduyu, süvari desteği olmaksızın büyük bir yenilgiye uğratması ile piyadenin, süvariye karşı önemli bir başarım ve konum kazandığını belirtiyor (s.73-75). ‘İsviçre Üstünlüğünün Azalma Nedenleri’ (s.84-90) adlı alt başlıkta, çağdaş ülkelerdeki askerî gelişmeleri takip etmeyip atalarının taktiklerine sımsıkı bağlı kalan İsviçrelilerin askerî sahadaki gerileyişinden söz ediliyor. İsviçrelilerin özellikle Roma lejyonlarının taktiklerini ve ekipmanlarını benimseyen İspanyol piyadesine karşı zayıf kaldığını belirten yazar, kısa kılıç ve kalkan ile tam zırh donanmış İspanyol piyadesinin, 5,5 metrelik kargılar ve hafif zırh ile donanmış İsviçre kargıcısına ve mızraklı baltacasına karşı üstün olduğu üzerinde duruyor (s.87). İsviçre üstünlüğünün azalmasının diğer nedenlerini bu sırada topçu birliklerinin daha sık görülmeye başlanması ve top teknolojisinin önemli bir atılım elde etmesi ile İsviçre askerinin disiplinsizliğinin artması olarak gösteren yazar, bu nedenlerden dolayı İsviçrelilerin dünyanın en aşılmaz piyadesi olarak gurur duydukları konumlarını kaybettiklerini beyan ediyor (s.90). “İngilizler ve Düşmanları” (s.91-116) adlı altıncı bölümde, 13. yüzyıl ile 15. yüzyıllar arasında İngiltere’nin uzun yay (longbow) ile feodal atlıya ve mızraklı piyadeye karşı kazandığı başarılar ele alınıyor. İngilizlerin, İskoçlar ile olan savaşlarında üstünlüğü yalnızca süvari ile değil okçu birlikleri ile desteklenmiş süvari ile kazanabildiğini belirten yazar, Halidon Hill (1333), Neville’s Cross (1346), Flodden (1513) vd. savaşlarda İngilizlere galibiyeti getiren temel etkenin İngiliz uzun yayı ile mücehhez okçu birlikleri olduğunu ısrarla belirtiyor. Uzun yayın I. Edward döneminden itibaren önemli bir yer tuttuğunu belirten yazar, bu dönemde ve bu dönemden sonra da tatar yayının (crossbow) da önemli bir silah olarak görüldüğünü belirtir. İngilizlerin Fransa ile yaptığı savaşlara da değinen yazar, İngiliz uzun yayının, Fransız şövalyesine üstün geldiğini beyan ediyor (s.99-103). İngiliz iç savaşları (Gül Savaşları)’na da temas eden yazar bu dönem ile ilgili kaynakların sınırlı olmasına şaşırdığını belirtiyor (s.112). “Sonuç” (s.117-125) adlı son bölümde, feodal atlının İsviçreli kargıcı ve İngiliz uzun yaylısı tarafından bertaraf edildiğinin yaygın kanaat olduğunu belirten yazar, bu memleketlerin dışındaki yerlerde feodal atlıya karşı koymak için farklı sistemlerin ve taktiklerin geliştirildiğini belirtiyor ve örnek olarak Hus Savaşları’nda ortaya çıkan wagenburg (Osmanlı literatüründe “tabur cengi”) askerî aygıtını veriyor. Bu bölümde Osmanlı ordusuna da kısaca değinen yazar, Osmanlılara başarıyı getiren etkenin iyi eğitimli yeniçeriler ve top ve tüfek gibi önemli savaş gereçlerinin değerinin diğer uluslardan daha önce keşfedilmesi olduğunu öne sürüyor (s.124-125).
Ok, Balta ve Mancınık
Ok, Balta ve MancınıkC.W.C. Oman · Kitap Yayınevi · 201324 okunma
·
99 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.