Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Alışverişler Komedisi
Patlıcan satın alırken çekirdekli olup olmadığını anlamak için ne yaparız? Satıcının müsaadesi nispetinde onları birer birer mıncıklarız. Yani patlıcan, iç teşekkülü parmaklarla uzun uzun yoklanarak seçilen bir sebzedir. İşi bu noktadan tutturarak çarşıda, pazarda öteberi alırken yapageldiğiniz bazı hareketlerimizi gözden geçirmek, hayli gülünç tavırlar takındığımızı belirtmek -değişik bir mevzu teşkil edeceğinden- eğlenceli olabilir. Bazı sebzeleri yalnız göz atmakla anlamak, göz kararile almak mümkündür. Mesela pırasayı yoklamak âdet değildir; görünüşü mahiyetini belli eder. Halbuki lâhanayı patlıcanda yaptığımız şekilde, yalnız bir elin parmaklarile değil, iki avucumuzun içinde, baş parmaklarımızı bastırarak ve kütürdeterek muayene eder, sıkı, tıkız, gevrek olduğuna kanaat getirip alırız. Kabaklara dokunulmaz, nasıl olduklarını kabukları üstündeki açık yeşile kaçan cilalı, adeta buzlu, buğumsu renk ve saplarındaki tazelik meydana vurur. Çiçeği burnunda olanları ise daha makbuldür. Sakız kabağının tenindeki uçuk renkli meneviş güzelliğine ve temasındaki hem gergin hem de -ancak cocuk ensesine benzer- körpe yumuşaklığına kaç kişi dikkat eder? * En çok örseliyerek aldığımız iki meyva karpuz ile kavundur. Karpuzu var kuvvetimizle sıkarız, âdeta çatırdatırız, ayrıca elimizde hoplatır, zıplatır, yetişmiyormuş gibi sallarız da... Ama aynı karpuzu ben sallarım, almam; arkadan biri gelir, sallayıp alır. Hangimizin eli daha hassas bir terazidir, bilinemez. Ikimizin de bir şeyler anlamışça tavırlar takındıktan sonra aldandığımız kesince meydana çıkar. Satıcının sallamaları ise aldanma değil aldatmadır. Karpuz, hemen hemen doğacak çocuk gibi ne çıkacağı belli olmıyan bir bilmece yemişidir. Çok kere bizi mahcup eder; "A," derler, "kabak yahut kof, geçkin çıktı!" Utancı eve getirene düşer. Kavunun satılmadan önce karpuzdan fazla ameliyeler geçirdiği bir de koklandığı malûmdur. Hem de tartarız, hem parmakla gerisine basarız hem de burnumuza götürüp aynı yerden koklarız. Acayip, hattâ "sadık” bir cins huy bozukluğuna benzeyen bu muamelenin uzaktan seyri pek tuhaftır; hele bir yabancı kim bilir ne kadar şaşar! Kavunla balığın farkı birincisinin gerisinden, ikincisinin kafasından koklanmasıdır; birinde iyi koku olmasına, öbüründe fena koku bulunmamasına dikkat edilir. Balıkların kafaları koklanır, tavukların ard tarafları yoklanır. Çoğumuz bu son münasebetsizliği diri hayvan üzerinde yapamayız, utanırız. Balığın kulağını açıp dikkatle bakan müşterinin yüzünde mütehassıs bir doktor hali vardır; isporta üstündeki balık da o sırada, nedense ameliyat masasına yatırılmış baygın bir hasta rolünü alır; eter veya klorfom kokusu da bayat balıklardan yayılır. Birtakım güç muayenelere ihtiyaç göstermesi ve sonunda insanı aldanmış vaziyete sokması bakımından karpuz, kavun, balık alışverişi cesaret ve alışkanlık ister. Zaten bunların satıcıları da müşteri kandırmakta ustalaşmış adamlardır; alacağıniz şeylerin aslındaki çetinlik yetmiyor gibi satıcı da o zorluğu lâf ebeliği ve hareket bolluğu ile artırır, sizi şaşkına çevirir. Ele alınıp yukarı aşağı kaldıra indire muayene edilen, dolgunluğunu anlamak için tartısına el terazesile bakılan nesnelerden biri de ıstakozdur. Şu uzunluktaki ıstakozun şu kadar dakika kaynatılması hakkında bir hesap varsa da uzunluğuna göre kaç gram gelmesi lâzımdır, bunu söylememişlerdir. Fikrimce ıstakoz bahsinde karpuz kadar aldanabiliriz. Açarız ki o koca mahlûktan çıkan et bir piyata, hatta meze tabağı doldurmaz. Şu var ki hiç değilse karpuzu zahmete ve masrafa girip kaynatmamışızdır; ayrıca her ikisinin bedeli arasında mukayese de yapılamaz. Acemi alıcıya bazan beher gram eti bir liraya malolan yemek istakozdur. *** Son zamanlarda sigara alışı da güçleşti, paketleri oldukça ince ve tuhaf bir muayeneden geçirmek adeti yerleşti. Kibrit kutusunu elimize alınca -açmadan ve yakmadan önce- boş mu, dolu mu diye birkaç kere salladığımız malum... Ama bunları kulağa götürmeyiz. Şimdi sigara paketlerini, tıkız çıkmaları korkusile kulak yanında sallayıp sallayıp içlerini dinleyenlere çok raslıyoruz. Bazı kere o işi -tıpkı karpuzcu, kavuncu gibi- tütüncü de has müşterisine bir cemile olarak kendisi yapıyor. Siz durup bekliyorsunuz, o raftan paketleri birer birer çekiyor, paket tuttuğu eli gazel veya ezan okur vaziyette kulağına götürüyor ustacasına birkaç kere tok ve sert hareketlerle sarsıyor, düşünceli düşünceli, derin derin dinliyor. Ne işitiyor? Bilmiyoruz. Bir şey anlıyor ki yüzünü buruşturarak birini bırakıyor, öbürünü alıyor; tecrübeler uzuyor. Nihayet gözleri parlıyor, dudaklarında bir gülümseme beliriyor, "Buldum!" diye bağırmıyor ve dükkândan fırlamıyor ama kendisi çırılçıplak hamamdan dışarı atan Sicilyalı film adamı kadar sevindiği her halinden anlaşılıyor. “Oh," diyorsunuz, "rahat çekilen, yumuşak doldurulmuş bir sigara içeceğim!" Fakat iki nefes çekince paketin tütüncüyü veya tütüncünün sizi aldattığını, aldatmasa bile paket yoklamadan bıkıp iyisini bulamayınca başından savmak zorunda kaldığını, sallayıp kulakta dinlemeli sigara alışverişinin pek işe yaramadığını anlamış oluyorsunuz. Alışverişler arasında dükkâncının, bıçak ağzile müşterisine bir peynir çentiği veya bir pastırma kırpıntısı uzatmasından, hele "Buyurun! Buyurun!" diye zorlamasından hiç hoşlanmam; verileni şiddetle reddederim. Reddederim, zira vakitsiz yenen o minimini lokmacık bütün hazmı bozar, akşam iştahını keser, ayrıca saatlerce sizi ağzınızda çirişleşip kokan bayat, ekşi bir tat taşıtır. İnsanlar doğuştan ya alışverişçi oluyorlar yahut olamıyorlar. Dikkat ediniz, bazı kimseler çiy balığı ne istekle koklarlar ve karpuzlarla patlıcanları nasıl -âdeta cinsî bir zevkle- okşayıp diri tavuk gerilerini ne maharetle yoklarlar... O dakikada dünya kendilerinin olmuş gibidir.
Sayfa 311Kitabı okudu
·
33 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.