Gönderi

Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben'ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul. Ben'in çekip küçülmemesi, oylumunu koruması için, anılan bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor; ve bu sulama işi, geçmişin tanıkları ile, yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor. Onlar bizim aynamız; belleğimiz; onlardan hiçbir şey beklemiyoruz, yeter ki zaman zaman o aynayı parlatsınlar, parlatsınlar ki, yüzeyinde kendimizi görebilelim. -Dostluk nasıl doğdu? Düşmanlığa karşı birleşme olarak doğduğuna kuşku yok; birleşme olmasaydı, insanlar düşmanlarının karşısında çaresiz kalırlardı. Böyle bir birleşme bugün belki de yaşamsal bir önem taşımıyor. Düşmanlar her zaman olacak. -Evet, ama onlar bugün görülmez ve anonim nitelikte. Yönetmelikler, yasalar. Birileri, senin pencerenin önüne bir havaalanı yapmaya karar verirse ya da seni kapının önüne koyarsa, dostun olan biri senin için ne yapabilir? Sana ancak, yine görülmez ve anonim olan biri yardım edebilir, örneğin toplumsal yardımlaşma örgütü, tüketiciyi koruma örgütü, avukatlar barosu. Dostluk artık, elle tutulabilir kanıtlarla ölçülebilen bir şey değil. Savaş alanında yaralanmış dostu arama ya da kılıcını çekip onu haydutlara karşı koruma fırsatı hiç çıkmıyor. Yaşamlarımızın içinden, büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmadan, buna karşın dostlukları da yaşamadan geçip gidiyoruz. Ötekiler benim üzerime saldırdığında o sustu. Ne var ki, dürüst davranmalıyım: O, kendi suskunluğunu bir cesaret gösterisi olarak kabul etti. Sonradan, bana karşı oluşan toplu psikoza onlarla birlikte düşmediği ve ağzından bana zarar verebilecek tek bir söz çıkmadığı için böbürlendiğini söylemişlerdi. Dolayısıyla, bu konuda bilinci berraktı ve ben hiçbir açıklama yapmadan onunla görüşmeyi kestiğimde, kendini yara almış gibi duyumsamış olması gerekir. Ondan, tarafsız kalmaktan öte bir davranış beklemekle hata ettim. O kötücül ve hırçın ortamda beni savunmaya kalkışmış olsaydı, onların nefretini üzerine çekme, onlarla çatışmaya girme, başına dert açma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. Öyle bir davranışı ondan nasıl bekleyebildim? Üstelik o benim dostumdu! Bu, benim adıma, hiç de dostça bir davranış değildi! Başka türlü söyleyelim: Kibar bir davranış değildi. Çünkü dostluk günümüzde eski içeriğinden boşaldığı için, insanların birbirlerine karşılıklı olarak gösterdiği ilgi ve saygı anlaşmasına dönüştü, kısacası, bir nezaket anlaşmasına dönüştü. Böyle olunca da, bir dosttan kendimiz için, onun canını sıkacak ya da hoşuna gitmeyecek bir şey yapmasını istemek nazik bir davranış olmaz. "Her zaman bir çoğunluk peşinde koşuyoruz. Seçim kampanyası boyunca Amerikan başkan adaylarının yaptığı gibi. Bir ürünü, bir alıcı çoğunluğunu bir araya getireceğini düşündüğümüz büyülü imajların aylasıyla sarıp sarmalıyoruz. İmaj ararken de cinselliği aşın olarak ön plana çıkarma eğilimindeyiz. Sizi uyarıyorum. Cinsel yaşamın gerçekten tadını çıkaranlar, çok küçük bir azınlıktır." Erotizm, ticari açıdan karmaşık bir olaydır; çünkü herkes bir yandan erotizmi yaşamaya can atarken, öte yandan, mutsuzluklarının, yoksunluklarının, kıskançlıklarının, komplekslerinin ve acılarının nedeni olarak ondan nefret eder. İşin püf noktası, erotik çekiciliği, yoksunlukları azdırmadan ayakta tutan imajları bulabilmektir. Bu sahne bizi, işte bu bakış açısından ilgilendiriyor: Tensel imgelemi yakalayabilirsiniz, ne var ki o, hemen analık duygusuna sapar. Çünkü candan bir bedensel dokunuş, kişisel gizin ortadan kalkması, salgıların birbirine karışması, yetişkinlerin erotizmine özgü değildir, bütün bunlar, ana ile bebeğinin ilişkisinde, tüm fiziksel sevinçlerin özündeki cennet olarak ortaya çıkan ilişkide de vardır. Bu konuyla ilgili olarak, bir anne adayının karnındaki ceninin yaşamını filme almışlar. Ceninin, bizim için yapılması olanaksız, akrobatik bir durum alarak, kendi küçücük organını emdiğini gözlemişler. Görüyorsunuz ki cinsellik, buruk bir kıskançlık uyandıran genç ve sağlıklı bedenlerin ayrıcalığı değil. Bir ceninin kendi kendini doyuma ulaştırması, dünyanın tüm büyükannelerini, en hırçın olanları, en erdemli geçinenleri bile yumuşatabilir. Çünkü, çoğunlukların en güçlü, en geniş, en güvenli ortak paydası bebektir. Ve bir cenin, sevgili dostlarım, bir bebekten öte bir şeydir, bir kusursuz-bebektir, bir süper-bebektir! Peki, Haydn'ın başına geleni biliyor musun? Ölüsü daha soğumadan başını bedeninden ayırmışlar; kaçık mı kaçık bir bilgin, beynini çıkarıp, müzik dehasının nerede yer aldığını saptasın diye! Ya Einste-in'ın başına gelen? Vasiyetini titizlikle yazarak, öldükten sonra kendisini yakmalarını istemiş. Bu isteğini yerine getirmişler, ne var ki ona yürekten bağlı, özverili çömezi, ustasının bakışlarını üstünde duyumsamadan yaşamaya katlanamayacağını düşünmüş. Yakılmadan önce, cesedin gözlerini çıkararak alkol dolu bir şişenin içine koymuş, böylelikle, kendisi de ölünceye kadar ustasının ona bakmasını sağlamış. İnsanın hem bir çocuğu olması, hem de içinde yaşadığı dünyadan nefret etmesi olanaksız, çünkü onu bu dünyaya getiren biziz. O çocuk yüzünden dünyaya bağlanıyoruz, onun geleceğini düşünüyoruz, gürültüsüne patırtısına, davranışlarına isteyerek katlanıyoruz, onun önüne geçilemez saçmalıklarını ciddiye alıyoruz. Sen, ölmekle, beni seninle birlikte olma zevkinden yoksun bıraktın, ama aynı zamanda da özgür kıldın. Sevmediğim bir dünya ile yüz yüze, özgür bıraktın beni. Ve bu dünyayı sevmediğimi söyleyebiliyorsam bu, sen artık yanımda olmadığın için. Kafamın içindeki karanlık düşünceler sana hiçbir zarar veremez. Sana şimdi söylemek istediğim, beni bırakıp gittikten bu kadar yıl sonra, senin ölümünü bir armağan olarak algılamış ve sonunda bu korkunç armağanı kabullenmiş olmam. Jean-Marc, bir erkek için büyülü an olan mesleğini seçme ânım hiçbir zaman yabana atmıyordu. Yaşamın, yapılan o seçimin düzeltilmesine izin vermeyecek kadar kısa olduğunu bildiği için, hiçbir mesleğin ona kendiliğinden çekici gelmediğini gözlemek içini karartmıştı. önünde açılan olanaklar yelpazesini kuşkulu bir kaygıyla incelemişti: Tüm yaşamlarını başkalarının ceza almasına adayan savalar; iyi eğitilmemiş çocukların baş belası olan eğitimciler; gösterdiği ilerlemelerin biraz avantaj sağlamasına karşın, çok büyük dokuncaları olan teknik meslekler; insan bilimlerinin çok incelikli, buna karşın bir o kadar boş gevezelikleri; bütünüyle nefret ettiği modalara hizmet eden iç mimarlık (bu meslek onu, marangoz olan dedesinin anısı dolayısıyla çekiyordu); kutu ve kavanoz satıcısı haline gelmiş zavallı eczacılar. Hangi mesleği seçmeliyim, diye kendi kendine sorduğunda, içinin en derin yerinin sıkıntılı bir sessizliğe gömüldügünü duyumsuyordu. Böylece, üç yıl boyunca tıp okumuş, sonra da kazaya uğramış bir gemiden kaçarcasına o eğitimi bırakmıştı. Boşa giden o yıllardan sonra hangi seçimi yapabilirdi? İçinin derinlikleri suskunluğunu eskiden olduğu gibi koruduğuna göre, hangi dala tutunabilirdi? Bütün trenlerin hareket edip gittiği bir peronda tek başına kalacağı duygusu içinde, fakültenin geniş merdivenlerini son kez indi. "Bugün, can sıkıntısının miktarı -can sıkıntısı ölçülebilir bir şeyse— , eskiden olduğundan daha fazla. Eskiden yapılan meslekler, hiç olmazsa birçoğu, insanın o mesleğe karşı kişisel bir tutkusu yoksa, akla bile getirilmeyen mesleklerdi: Topraklarına aşık köylüler, güzel masalann büyülü yaratıcısı dedem, köydeki insanların tümünün ayak ölçülerini ezbere bilen ayakkabıcılar; ormancılar, bahçıvanlar; o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum. Yaşamın anlamı, insanlar için 'bir soru işareti' değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, işliklerinde, tarlalarındaydı. Her meslek, kendine özgü düşünce tarzını, kendine özgü varoluş biçimini yaratmıştı. Bir doktor, bir çiftçiden başka biçimde düşünüyordu, bir askerin davranışı, bir köy öğretmeninin davranışına benzemiyordu. Oysa bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. Bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. Çağımızın tek büyük, kolektif tutkusu." Tutkuların yoksa, başarılı olma, tanınma açlığı duymuyorsan, uçurumun kenarında oturuyorsun demektir. Chantal cevap verdi: "Tamam, her türlü değişimin zararlı olduğunu ben de düşünüyorum. Ne var ki, bu durumda, dünyayı değişmeye karşı koruma görevi bize düşüyor. Ne yazık ki insanlar dünyanın uğradığı çılgınca değişimlerin önüne geçmeyi beceremiyorlar... • ... oysa insan bu değişimlerin basit bir aracından başka bir şey değil," diye söze girdi Leroy: "Bir lokomotifin icadı, bir uçak planının tohumunu içinde taşır, buysa, bizi kaçınılmaz olarak kozmik bir füzenin yapımına götürür. Bu mantığı, şeyler kendi özünde barındırır, başka deyişle bu, Tanrının tasarladığı şeyin bir parçasıdır, insanlığı tümüyle değiştirip, yerine bir başka insanlık koyabilirsiniz, ama bisikletten füzeye doğru giden gelişimin önüne hiçbir biçimde geçemezsiniz. Bu gelişmenin mimarı insan değildir; insan yalnızca bir uygulayıcıdır. Hatta zavallı bir uygulayıcı, çünkü uygulamakta olduğu şeyin anlamından haberi yoktur. Bu anlamı yaratan biz değiliz, Tanrı; bize gelince, dünya üzerindeki görevimiz O'na itaat etmek ve kendi iradesini yerine getirmesini sağlamak." - Yaşamın özü, yaşamı sürdürmektir: Doğurmaktır ve ondan önce gelen birleşmedir ve birleşmeden önce gelen ayartmadır, yani öpüşmeler, rüzgârda uçan saçlar, slipler, iyi kesimli sutyenler, bunlardan başka, insanları birleşmeye hazırlayan her şey, yani tıkınma, ama artık kimsenin değer vermediği o incelikli mutfak değil, tıkınmak için herkesin satın aldığı şeyler ve tıkınmayla birlikte dışarı çıkma, çünkü sevgili hanımefendiciğim, tuvalet kâğıdı ile çocuk bezinin bizim meslekte ne kadar önemli bir yeri olduğunu biliyorsunuz. Tuvalet kâğıdı, çocuk bezi, bulaşıklar ve tıkınma. Bu, insanların içinde dönüp durduğu kutsal döngüdür ve bizim misyonumuz bunu yalnızca keşfetmek, sahip çıkmak ve belirlemek değil, aynı zamanda güzel kılmak, bir şarkıya dönüştürmektir. Bizim uyandırdığımız etki sayesinde tuvalet kâğıtlarının neredeyse tümü pembe renkli ve bu çok yapıcı bir olgu sevgili ve kaygılı hanımefendiciğim; bunun üzerinde derin derin düşünmenizi öneririm size. - Ama bu sefalet, sefalet," diyor kadın; sesi, tecavüze uğramış gibi yakınma dolu, "makyaj yapılmış sefalet bu! Sefalet makyajcılarıyız biz! - Evet, tamamen öyle," diyor Leroy, ve Chantal onun, "tamamen" sözünün tınısında, seçkin kadının duyduğu acıdan aldığı zevki seziyor. - Ama bu durumda, yaşamın yüceliği nerede? Yalnızca tıkınmaya, çiftleşmeye, tuvalet kâğıdına yazgılıysak, kimiz biz? Ve elimizden yalnızca bunu yapmak geliyorsa, bize söyledikleri gibi, özgür varlıklar olmaktan nasıl gurur duyabiliriz? - Özgürlük mü? Sefaletinizi yaşarken mutsuz ya da mutlu olabilirsiniz. Özgürlüğünüz, işte bu seçimi yapmaktan ibarettir. Bireyselliğinizi, çoğunluğun oluşturduğu kazan içinde eritebilirsiniz ve bunu bozgun ya da sevinç duygusu içinde yapabilirsiniz. Bizim seçimimiz, sevgili hanımefendi, sevinç duygusu.
·
237 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.