Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

208 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Aşk Mektupları
Siz bilmezsiniz Halil Cibran ve Mey Ziyade’nin hikâyesinin ne kadar acı ve elem taşıdığını! Sizin görmediğiniz, bilmediğiniz bir zaman diliminde Halil, Lübnan’dan bindiği bir geminin güvertesinde yeni bir ülkeye yelken açmıştı. Umutla doluydu, hayatın bundan sonra daha güzel olacağına inanıyordu. Ben limandan ona el sallıyor ve gitmemesi gerektiğini yine de tekrarlıyordum, o uzaklaşan gülümseyişiyle bana veda ederken. Amerika’nın ne zaman bir insanı ruhundan cesedine doğru doyurduğuna dair rivayetler duymuşsam aklıma hep Halil gelir ve “Yalandır, inanmayın. Öyle bir şey olsa Halil o topraklarda ciğerini ve umutlarını yitirmez, hayatını kaybetmezdi.” derim. Bu büyük bir yalandı ve benim de yalana tahammülüm yoktu. Amerika herkesi yuttuğu gibi Halil’i de yutmuştu. Hem de tüm yeteneğine, başarısına, azmine ve aşkına rağmen. Dediğim gibi, naif çocuktu Halil. Bir parça da şairliğin getirdiği bir melankoli hali vardı kendisinde. Burada bir kıza tutulmuştu da kendine neler etmişti anlatsam inanmazsınız. Ama Amerika’ya gittikten sonra olanlar olmuştu Halil’e. Resim yapmakta mahir olan Halil, kalemi eline aldığı zaman insanın kemiğinden etine doğru bir acıyı duymasını sağlayacak kuvvette şiirler yazardı. Şairlik, ressamlık ve filozofluk, o narin vücutta iç içe girmiş gibiydi. O zayıf bünyeyle bu kadar yükü kaldırması muhtemel değildi zaten. Yeni umutlar için gittiği Amerika’da her yenilgiden sonra tekrar ayağa kalkmasını bilmişti. Umudunu yitirmiyordu. Ben buradaydım, Lübnan’da. Arkada kalmanın, giden birisini geriden düşlemenin ve özlemenin zorluğunu bastırmaya çalışıyordum. Kız kardeşi ve birkaç aile üyesi ardı ardına veremden hayata erken veda ediyordu. Her veda ediş Halil’i biraz daha yoruyor, biraz daha yıpratıyordu. Ama onu esas yoran aynı zamanda da umutlandıran, hayata bağlayan şey başkaydı. Aşk Başlıyor Önce yazılarla tanıştığı yine buralı, Lübnanlı Mey Ziyade’ye âşık olmuştu. Hiç unutmuyorum 1912 yılıydı ve bana içine bir mektubun alacağından kat be kat fazla umut iliştirdiği bir mektup yollamıştı. Bu acı aşk hikâyesinin o günlerde başladığını anlamıştım. Henüz Mey Hanımı görmediğini ama yazılarından onun ne kadar güzel ve iyi bir kadın olduğunu söylüyordu. Bu mektuplaşmalar Halil’in aile fertleri gibi veremden öldüğü 1931 yılına kadar neredeyse tam 20 yıl sürmüştü. Ve Halil, her gün bir öncekinden daha umut dolu mektuplar yazıyordu Mey Ziyade’ye. Başlangıç aşamasında bu mektuplar edebi yazışma niteliğindeydi. 20. yüzyıl Arap Edebiyatı dünyasının iki önemli ismi; fikirlerini, beğeni ve eleştirilerini mektuplar aracılığıyla birbirlerine sunuyorlardı. Ancak sonradan yavaş yavaş yazışmaların içeriği hem de karşılıklı olarak takdirden sıkı bir dostluğa sonrasında da aşka dönüştü. Sizler de Halil Cibran’ın Mey Ziyade’ye yazdığı o mektupları okursanız bu dediğim dönüşümü göreceksiniz. Önce edebi eleştiriler, ardından dostluk sohbetleri ve sonrasında aşka dönüşen bu yolculuğun izlerini mektuplardan takip ederken içiniz de acıyacak. Zira Halil Cibran dediğiniz adam içli ve duygulu bir şairdir. Kimi zaman mektuplarını şiir yazar gibi kaleme alıp hayatının aşkına sesleniyor. Şimdilerde Halil’in veremli ciğerini daha da yaralayarak kaleme aldığı bu mektuplar için birilerinin çıkıp taşıdığı edebi değerden ve biyografik ayrıntılardan dem vurması işin detayı bile değildir. Bu mektuplar olsa olsa her gün Lübnan diye inleyen acılı bir kalbin sevdiği kadına, kalemini kendi kanına bulayarak yazdığı çığlıklardır. Acının edebiyatını yaparmış edebiyatçılar, bunu geç de olsa öğrenin. Yoksa yazdığı satırlarda yer alan “şark ruhunun zenginlikleri” dediğinin şey kuru kuruya tahlilden başka bir şey değildir. Zira o satırların sahibi olan Halil Cibran birileri edebi tahlil yapacak diye yazmadı, kanayan yaraları kabuk bağlasın da içerden kanamaya devam etsin diye yazdı. En azından bana söylediği şeyler bunlardı. Bu mektuplar okuyucunun eline ulaştığında o kadar çok rivayet dile getirildi ki şaşırıp kaldım. Mesela, anlatılanlara bakarsanız Elvis Presley Halil Cibran’ın mektuplarını okuyup bitirdiğinin ertesi günü intihar etmiş. Belki de sadece bu yüzden bazıları Halil’in hastalıklı bir ölüm tarifi olduğunu söylüyor. Halil, insanın hayatın bütün sırlarını çözdüğün zaman ölümü arzulayacağını söylerdi. Çünkü ona göre ölüm de hayatın sırlarından birisiydi. Ölüm için böyle düşünen bir adamın tanımlarının ve tariflerinin hastalıklı olarak algılanması, sadece onun anlaşılmadığını gösterir bence. Ama insandan bahsediyoruz işte, istediği zaman kolay konuşan ve kolay tanımlamalar yapan bir varlıktan. Hiçbir Zaman Bu Kadar Acı Çekmemiştim Halil öldüğünde, onun ölüm haberini alan Mey, yakın bir akrabasına mektup yazarak yaşadığı acıyı nasıl kelimelere dökmüştü bir de onun tahlilini yapsalar ya edebiyat tenkitçileri! “Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu çektiğim kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım…” (Dr. Joseph Ziyade’ye) Bu mektuplarda Halil benliğin tüm özellikleri içinde en kötüsünün karamsarlık olduğunu söylüyordu. Eğer kişi kendisine “Sen yenildin.” diyorsa Halil’e göre bundan daha zor bir şey yoktu. Bir keresinde Mey Hanım’a yazdığı bir mektupta karamsarlık için “Sesi olmayan, sessiz bir histir.” demişti. 1898 yılında daha 15 yaşındayken çekildiği bir fotoğrafa bakarak Halil’in bu sözlerini şimdi daha iyi anlıyorum. Ben onu, hep bu silik fotoğraftaki sessiz ve umutlu haliyle hatırlıyorum. Sessizliği ve incinmiş bir hali üzerinde taşıyan bu elemli adam bir tek kendini Mey Ziyade’ye böyle açıyordu. Yaralarını onunla kapatmaya çalışırken aslında kendisinde yeni yaralar açıyordu ama bunun farkında değildi. Amerika’da kendine yaptığı stüdyoda çalışıp resimler yaparken kalabalığın arasında kalmaktan şikâyet ediyor, bu kalabalık arasında yaşadığı yalnızlık acısının ve zulmün kimseler tarafından görülmediğinden dert yanıyordu. Huzuru arayan şair dostum bunu Mey Ziyade’de bulmayı denemişti. Mey Hanım’ın evlenmesi bile bu mektupların önünü kesememişti. Birbiri ardına gelen ve giden mektuplar onları ruh olarak birbirine yaklaştırıyordu. Ben Kestirme Yollara Başvuran Birisi Değilim Halil, Mey’i hiç görmedi. Mey, onun için hep peçesi yüzünde bir kadın olarak kaldı. Sadece rüyalarında gördüğü mey Halil’de kâh gerçeklik oldu kâh hayal. 1920 yılının son günlerinde 3 Kasım’da Mey hanıma yazdığı bir mektupta Halil içini kaplayan bir umutla soru soruyordu ona “Benim haçımı bir günlüğüne taşır mısın?” Lübnan’ın kavurucu sıcağında defalarca sorduğu bir soruydu bu. Ben, bunun aramızda bir nevi şifre olduğunu düşünüp yıllarca kimseye sormamış, söylememiştim. Peki, Halil bu soruyu Mey’e sordu diye kızdım mı? İlk anda belki kızmış ya da kırılmış olabilirim. Ama Halil için Mey’in ne anlama geldiğini anlayınca kırıklığım, kırgınlığım yerini tebessüme bırakmıştı. Neticede Halil benden kilometrelerce uzakta ve yalnızdı. Yabancı insanlar arasında yabancı olmanın, kendi insanları arasında yabancı olmaktan daha kolay olduğunu da biliyordu. Bir keresinde her şeyi güç yollardan bulmamasını ona salık verince bana şunu söylemişti “Ben kestirme yollara başvuran birisi değilim; delilikte ve kederde bile takip edilecek bir yol olmalıdır.” Yusuf, Mutlu musun? Halil, her haliyle, duruşuyla farklıydı. Yusuf Howayek’e Bostan’dan -1911 yılıydı sanıyorum- bir mektup göndermişti. Yusuf mektubu okumuştu ve son cümlesini sayıklayıp duruyordu. “Ne oluyor sana Yusuf? Kendi kendine mi konuşuyorsun?” dediğimde bana da bu cümleleri söyledi. Ve sonraki birkaç gün ben de o cümleleri sayıkladım, kim bilir belki Halil bana da söylüyordur diye: “Nasılsın Yusuf? Her gün yürüdüğün yolların her iki tarafında da karşılaştığın insandan hayaletlerin arasında mutlu musun?” Evet, Yusuf da ben de mutlu değildim. Tıpkı Mey, saçlarını kestirince bunu Halil’e yazdığında onun mutsuz olması gibi, biz de mutlu değildik. O zaman Mey’e de “Demek saçlarınızı kestirdiniz. O siyah dalgalı perçemleri kestirdiniz. Ne diyebilirim ki? Bütün makaslar ayıplanmalıysa ne diyebilirim ki?” demişti. Sahte Medeniyet Mukaddes olan şeylere, ellerini önce ateşle yıkamadan dokunanlardan olmayan bu adam 10 Nisan 1931 yılında umutlarla gittiği New York’ta öldü. Bir keresinde Mihail Nuayme’ye 1922 yılında Boston’dan yazdığı bir mektupta “Bu sahte medeniyetin ruhlarımızı bağlayan ipleri kopma derecesinde sıkılmış durumda. Bunlar kopmadan çıkıp gitmemiz lâzım.” diyordu. Yine 1922 yılında Mihail’e New York’tan bir mektup daha yollamıştı ve şehri düzenbaz olarak tanımlamıştı. Diyordu ki “Bu düzenbaz şehre vardığımdan beri, dünyevî muammalarla dolu bir cehennemin içinde yaşadığımı hissetmekteyim.” Halil, her zaman dönmek, o lanetli ülkeden ve medeniyetten çıkıp gitmek istiyordu. Aklında da hep Lübnan vardı. Ama olmadı, o medeniyet herkese yaptığını yaptı ve Halil’i de yuttu. Vefatından sonra vasiyeti gereği onu ülkesine getirdiler ve doğduğu topraklara verdik bu eski dorumuzu, arkadaşımızı. Şimdi sizler onun mektuplarını okurken tüm bu anlattıklarımı hafızanızın bir kenarına not edin ve Halil’i yeniden düşünün. Ressamlığını, şairliğini, düşünce adamlığını göz önüne alın ama ülkesini, doğu topraklarına olan özlemini, Mey Hanımda bulduğu gerçekleri unutmadan bunu yapın.
Aşk Mektupları
Aşk MektuplarıHalil Cibran · Kaknüs Yayınları · 2012306 okunma
··
256 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.