Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Aşağıdaki öykü, gerçeğe, (ateistlerin, Allah'a haşa) kuklacı veya doğulu despot benzetmelerinden daha yakındır. Büyük bir malikânenin zengin sahibi, yaz tatili boyunca orada kalmaları için, birçok arkadaşını konağına gönderir. Ancak yolculuk o kadar zorludur ki, malikâneye vardıklarında misafirleri hafıza kaybına uğramış olurlar. Binanın içinde, harika cisimlerle dolu odalar, üzeri meyvelerle bezeli masalar ve çok güzel duvar halıları bulurlar. Ev sahibi, misafirlerinin yolculuğunun çetin geçeceğini bildiği için, ana masanın üzerine, evde uyulması gereken kuralları anlatan bir el kitabı da bırakmıştır. Bu kurallardan birisi, onların, yemek pişirmek ve bulaşık yıkamak gibi gündelik ev işlerini paylaşmalarıdır. Bir diğeri ise, hepsi de aynı ev sahibi tarafından seçilip gönderildiklerine göre, birbirlerine gereği gibi saygı ve sevgi göstermeleridir. Öte yandan ev sahibini zaman zaman hatırlamak, onunla iletişime geçip misafirlerine hazırladığı bu güzel armağan için ona teşekkür etmek de, görgülü olmanın şanındandır. Bu noktadan itibaren, evi idare etmek misafirlerin ortak sorumluluğudur. Fakat onlar birbirlerine düşerlerse, çekişmeye ve birbirlerine saldırmaya başlarlarsa, eğer çöplerini oturma odasının ortasına dökerlerse, eğer avizeye tırmanıp sallanmaya başlarlarsa, eğer bu cennet gibi tatil yerini cehenneme çevirirlerse, sanki bu evin sahibi yokmuş gibi davranırlarsa veya telefonu ellerine alıp, kendilerinin sebep oldukları bütün bu sorunlardan dolayı ona lânet okurlarsa, eğer tepkileri, teşekkür yerine nankörlük olursa, işte o zaman onlar edepsizliğin dibine batmış olurlar. Ya misafirler evi harap, mobilyayı imha ederlerse? Ya onlar en sonunda evi de yakıp yerle bir ederlerse? İşte bizim dünyadaki durumumuz da böyledir. Ve başka sebep olmasa da sadece bu yüzden, tüm ateist felsefeleri sorgulamalıyız: Yoksa bunlar, kişiye, sorumluluklarından kaçmak ve misafir bulunduğu malikâneyi (dünyayı) iğrençliklerle kirletmek için bahane mi sağlıyor? Nietzsche bunu açıkça görmektedir. Putların Alacakaranlığı (The Twilight of tbe Idols) adlı eserinde hür iradeyi “bir hata” olarak damgaladıktan sonra, şöyle der: “Biz Tanrı'yı inkâr ediyoruz. Tanrı'yı inkâr etmekle, sorgulanabilirliği de yok sayıyoruz...”* Dostoyevski'nin ifadesiyle: “Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır.” Tanrı'yı inkârın gerçek nedeni, işte budur: Amaç, derin bir gerçeği (ki bu haliyle zaten, gerçek dışıdır) ortaya çıkarmak değildir. Esas niyet, kendi bencil benliklerimizi ahlâki tasalardan ve vicdan rahatsızlıklarından kurtarmaktır. Tanrı'ya inancı ortadan kaldırınca, ahlâkın kökünü de söküp atmış olursunuz. Nietzsche bu silsileyi iyi çözmüştür: Tanrı yoksa o zaman hesap verirlik de yok; sorgulanabilirlik yoksa ahlâklı olmaya da gerek yok, hatta böyle bir ihtimal de yok. Bu silsilenin son aşaması ise, Nietzsche'yi bile ürkütmektedir: Ahlâk olmayınca, bizim birbirimize, başka varlıklara ve doğaya karşı dile gelmez canavarlıkları yapmamız, sadece mümkün değil, kaçınılmaz hale gelir.
·
56 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.