Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

136 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
4 saatte okudu
Dehşet! Dehşet!
Mehmet Akif'in "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!" diyerek seslenmesine yaklaşık çeyrek asır varken, Afrika'nın ortasında bulunan, kıtanın ileride en büyük ikinci ülkesi olacak Kongo'ya Belçikalılar "medeniyet" götürmekteydiler. Öyle bir medeniyet ki bu, Belçika Kralı II. Leopold, koca ülkeyi önce şahsi mülkü haline getiriyor ve ardından ülkenin para getirecek ne kadar kaynağı varsa -özellikle kauçuk ve fildişi- kılcallarına kadar sömürmeye başlıyor. Sömürme konusundaki iştahını, askerlerine kurşun tedarik etmekte göstermeyen II. Leopold'un bu davranışı yüzünden ve medeniyetten anlamayan "yabanilerin" daha iyi çalışması veya gereksiz oksijen tüketiminin önüne geçilmesi amacıyla, teni siyah bu insanların elleri, ayakları, cinsel uzuvları veya kafaları kesiliyor. Yirmi yıl süren bu zulüm sonucunda ülke nüfusunun yaklaşık yarısı -en az 6.000.000- hayatını kaybediyor. Karanlığın Yüreği, 1890'lı yıllarda burada bulunmuş Joseph Conrad'ın, tanıklıklarından yola çıkarak kaleme aldığı modern bir klasiktir. Eserin tarihteki seyri biraz garip; önce ırkçılığa karşı bir eleştiri olarak görülüyor, ta ki 1975'te aslında ırkçı bir metin olduğu yönünde bir makale yayınlanana dek. Bununla birlikte dönemin Avrupa'sının medeniyet götürme eylemine yönelik eleştirel bir metin olduğu üzerinde zannederim mutabık kalınıyor. Ancak ben, yazarın Marlow karakterinin Kurtz'un akıbeti hakkındaki bazı düşünceleri nedeniyle en azından içinden çıktığı medeniyete bir selam çaktığını düşünüyorum ve bunu, garip bulmuyorum. Buna birazdan yine geleceğim. Kitapta Marlow adındaki bir karakter, araya tanıdıkları sokarak soluğu Kongo'da alır ve medeniyetinden çok uzakta, yabanıl bu ortamdaki deneyimlerinden kısa bir kesiti okuruz; bu kesite hakim olan ise izlenimleri ve bunlar sonucunda kahramanın ruh dünyasındaki değişimlerdir. Conrad'ın 1922'de yakın dostu Richard Curle'ye gönderdiği bir mektubundaki, "Açık seçiklik, sevgili dostum, her türlü sanat eserinin pırıltısını alıp götürür, çağrışım yaratma gücünden onu yoksun bırakır, bütün büyüyü siler atar. Göründüğü kadarıyla düzanlama, açık seçikliğe, olgular ve ifadelendirilmeye inanıyorsun. Halbuki açık seçik ifadelerin mutlak anlamsızlık yarattığı, sanat alanında önem taşıyan şeylerden dikkati uzaklaştırdığı kadar bariz hiçbir şey yoktur,"(Önsözden) ifadelerinden çok rahatlıkla onun salt tanık olduğu bazı acı olayları kağıda dökmek gibi bir amacının olmadığını anlıyoruz ve esere baktığımızda, arkadaşına sanata zarar verdiğini iddia ettiği unsurlardan oldukça uzak bir eser kaleme aldığını görüyoruz. Zaten eseri de modern klasikler arasında sokan ve "İngilizce yazılmış en iyi beş kısa romandan biri" olarak görülmesine neden olan esas etmen de bu olsa gerek. Çünkü, acılı hikaye anlatmak veya tanık olunan kötü olayları kağıda dökmek tek başına o yazarı unutulmaz yazarlar arasına, eserlerini de kült eserler arasında sokamaz; biraz dram bombardımanıyla bunu pek çok insan yapabilir zira. Karanlığın Yüreği'nde Marlow ile birlikte soluğu Kongo'da aldığımız ilk andan son ana dek, üzerimizde her an yağmurla birlikte kötü şans da getirecek kara bulutların altında nehirde ilerlediğimizi ve bu sırada her iki yanımızda da bulunan ormanın derinliklerinden çaresiz feryatların kulaklarımızda ebedi yankılar bıraktığını hissederiz ve öfkeli ama aynı zamanda hayranlıkla dolu bakan gözlerin bizi her an takip etmesi nedeniyle hem korku hem de kibre evrilen gurur duyarız. Bu hislerin oluşmasında baş etken, salt Marlow'un gözünden seyrediyor olmamızdır; o ne görürse onu görür, ne duyarsa onu duyarız. Öyle ki, Marlow'un tanık olduğu konuşmaların kesintiye uğradığı anlarda kitaptaki diyaloglar da kesintiye uğrar. Yazar istese tarihin gördüğü en zalim olayları peş peşe sıralayabilir ve böylelikle çok daha dramatik bir metin ortaya çıkarabilirdi ama o, bunu okurun hayal gücüne bırakarak daha kapalı, çağrışıma daha açık bir eser kaleme almayı tercih etmiştir ve bu, benim çok hoşuma gitti. Önsözde de değinilen s.19'ta geçen, Fransız gemilerinin manasız hatta bence histerik şekilde bombaladıkları kıyılara tanık oluruz. Marlow, "bu işte biraz delilik, manzarada hazin ve tuhaf bir mizah duygusu" bulur. Deliliktir, çünkü ortada bir düşman yoktur; hazindir, çünkü yabanilere medeniyet götürüyoruz diyenler tarafından bir vahşilik sergileniyordur; tuhaf bir mizah duygusu hissedilir, çünkü dünyanın son teknoloji silahları, ellerinde sadece mızrak bulunan ve halihazırda ortalıkta bulunmayan yerlilerin üstüne ardı ardına atılır ama buna karşın hala galip geldiğine emin olamaz Fransızlar. Sayfanın sonunda tüm medeniyet götürme safsatasının altındaki gerçek, "ölüm ile ticaretin neşeyle dans etmesi" şeklinde ifade edilerek kısa ama öz şekilde ortaya konulmuş olur. Nehirdeki bu seyrin hedefi, bölgenin sorumlusu Kurtz'un yanına gitmektir. Kurtz, bence Avrupa'nın kitapta cisimleşmiş halidir; kendisinden "annesi yarı İngiliz, babası yarı Fransızdı. Bütün Avrupa Kurtz'un yapımına katkıda bulunmuştu,"(s.75) şeklinde söz edilir ve onu bölgedeki çalışanlar, "insafın, bilimin, ilerlemenin, şeytan bilir daha kim bilir kaç şeyin temsilcisi,"(s.37) olarak nitelerler büyük bir hayranlık ve korkuyla. Dört sayfa sonrasında yine "her adamın ilerlemesinin zorunluluğu"na vurgu yapılarak Aydınlanma Çağı'na ironik dokundurmalar sezilir; yine aynı sayfada Bay Kurtz hakkında "her konuda dahi" denilerek Rönesans insanına ironik bir dokundurma yapılır. Böylelikle bence Bay Kurtz üzerinden Avrupa'yı Avrupa yapan iki sac ayağı -Aydınlanma ve Rönesans- ironi konusu yapılarak temele dinamit konulmuş olunur belki de. Kitapta uzun bir süre boyunca Bay Kurtz'u göremeyiz ama herkesten onun hakkında az önceki sözlere benzer sözler işitiriz; herkes, ondan hem hayranlıkla hem de korkuyla bahseder. Bu, üzerimize yoğun bir gizem duygusu bırakır. Ancak Marlow'un üzerinde başka bir his de bırakır: "Yalanlarda bir ölüm hissi, bir ölümlülük tadı vardır - hayatta en çok nefret ettiğim ve tiksindiğim, unutmak istediğim şeydir bu."(s.40) Odysseus'tan beri macera peşinde olup doğaya karşı koyma ve zafer peşinde koşma arzusuyla dolu olan ve aynı zamanda ölümsüzlük ideasıyla yanarak hem zulümlere hem de büyük gelişmelere imza atan Avrupa'dan, bir Avrupalının aldığı bir histir bu: yalan ve yalanın verdiği ölümlülük hissi hatta ölümsüzlük yolunda atılan her pervasız adımda kendilerini kokuşan bir ölüme mi götürüyorlar, sorgulaması yapmaya bile açık bir kesittir. Bay Kurtz'un bulunduğu yere yaklaşılırken ona duyulan korkuyla sarmalanmış saygı artarak bir tapınmaya dönüşür ve haliyle Bay Kurtz bir tanrı gibi hissedilir. Öyle ki, onunla konuşamazsınız, onu sadece dinleyebilirsiniz(s.81), onu sıradan bir insan gibi yargılayamazsınız(s.85). Ona tapabilirsiniz ve hakkınızda vereceği hükme boyun bükebilirsiniz. Kendisine yardımcı olan yerlilerden birisi Marlow'a Kurtz'u kastederek, "Bir keresinde beni de vuracaktı neredeyse - ama onu yargılamıyorum,"(s.85) der ve Marlow, şaşırır. Aslında Avrupa'da tam da bunları amaçlayan ve sağlayan felsefi temeller çoktan atılmıştır ve Marlow da bu yönde tedrisattan geçmiştir lakin yurdundan çok uzak bu yabanıl coğrafyada bizzat tanık olma fırsatı bulmuş ve bu, ona hayli ilginç gelmiştir. Ve Bay Kurtz'u ulaşırız sonunda, Marlow'un beklediği gibi biri yoktur karşısında, "bomboş" bir levha vardır burada adeta, vücudu bitmiş, her an iflas edecek gibidir ama kendisini bu hale getiren şartlara aşık olduğu için ayrılmak da istemez. En ironik an ise bu topraklara gelip insanları köleleştirip onlara etmedik zulmü bırakmamış Bay Kurtz'un adalet istemidir. Bu, tam da dünyayı adaletsizliğe boğan Avrupa'nın ta kendisi değil de nedir? Bay Kurtz'un son sözleri "Dehşet! Dehşet!" olur. Avrupa'nın kendisini Ortaçağ karanlığından çıkaran Aydınlanma ve Rönesans'tan, gözü dönmüş bir kâr hırsı ve medeniyet götürme kılıfı altında insanları köleleştirip kaynaklarını sömürme gayesi ve güç istemi, onu yeniden bir Ortaçağ'ın yanı başına getirecek, iki büyük dünya savaşına neden olacaktır. İşte Bay Kurtz'un son nefesinde attığı bu çığlık belki de son anlarında geleceği gören bir Avrupalının imdat çığlığıdır. Başlarda, yazarın kendi medeniyetine selam çaktığından bahsetmiştim. Bunu, Kurtz öldükten sonra Marlow'un ona olan saygısının artmasından çıkarıyorum. Marlow'a göre Kurtz, hayatta söyleyecek bir sözü olan ve bunu engelleri önemsemeden söyleyebilmiş biridir ve bundan dolayı o, "olağanüstü" bir insandır. Hatta Marlow'un şu sözleri her şeyi daha iyi özetliyor belki de: "Haykırışı daha iyiydi - çok daha iyiydi. Sayısız yenilgiyle, korkunç dehşetlerle, korkunç tatminlerle bedeli ödenmiş bir olumlama, ahlaki bir zaferdi. Ama bir zaferdi."(s.107) Tabii ki, eseri salt Avrupa medeniyeti üzerine bir ironi olarak da okumamak gerekir; aynı zamanda bir psikolojik romanla karşı karşıyayız. Bu açıdan gerek Marlow gerekse Kurtz, doğup büyüdükleri ülkelerden daha yeni keşfedilmiş diyebileceğimiz yeni bir dünyaya gitmiş birer maceracılar. Bizler de aynı zamanda bu maceracıların geçirdiği psikolojik değişimleri okuruz. Ben, bu klasik eseri her iki açıdan okurken de büyük bir haz aldım. Herkese tavsiye ederim. Keyifli okumalar
Karanlığın Yüreği
Karanlığın YüreğiJoseph Conrad · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20204,198 okunma
··
572 görüntüleme
fiLiz okurunun profil resmi
Değerli bir inceleme olmuş tebrik ederim.Avrupa' nın ortaçağdan çıkması ancak daha sonra sömürgelere uzanıp oraları köleleştirmesi ironisini hiç düşünmemiştim. Evet bütüncül bakınca gerçekten öyleymiş.Eline sağlık.
Kaan okurunun profil resmi
Teşekkür ederim.☺
Levent okurunun profil resmi
Kitabı okurken ki duygularımı tekrar hissettim, teşekkürler. Çok emek vermiş ve çok iyi yorumlamışsınız.
Kaan okurunun profil resmi
Teşekkür ederim, incelemenin size böyle hissettirmesine sevindim.☺
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.