Gönderi

Sisifos Söyleni’nde kişiyi kendini öldürme düşüncesine yönelttikten sonra, aldatmacalardan uzak, bilinçli bir yaşama biçimine dönüşen umutsuzluk, nedeni ve yorumuyla birlikte, ilk yapıtta karşımızdadır: “Bir büyüklük gerekiyordu bana. Onu dünyanın en güzel görünümlerinden birinin gizli umursamazlığı ile derin umutsuzluğunun karşılaştırılmasında buluyordum. Hem yürekli, hem de bilinçli olma gücünü çıkarıyordum bundan.” Aynı biçimde, Başkaldıran İnsan’da, belirsiz bir gelecek adına durmadan yinelenen, acımasız öldürmelerin tarihi içinde ulaşılan aydınlık sonucu da, oldukça belirgin çizgilerle, ilk yapıtta bulabiliriz. Yazarın “öğle düşüncesi” diye adlandırdığı şeydir bu: her şeyi ışıklı çıplaklığı içinde gösteren, insanın doğa ile karşıtlığını, kaçınılmaz ölümü kesinleyen, ama gene de ısıtan Akdeniz güneşinin altında doğan düşünce. İnsanın koşulunda, -tüm yazınların ortak otlağıdır bu- hem sönmez bir büyüklük hem de temel bir uyumsuzluk vardır. İkisi üst üste gelir. Her ikisi de, bir kez daha söyleyelim, tinsel taşkınlıklarımızı bedenin geçici sevinçlerinden ayıran gülünç kopuşta belirir. Uyumsuz bu bedenin ruhunun kendisini alabildiğine aşmasıdır. Bu uyumsuzluğu canlandırmak isteyen kişinin ona bir koşut karşıtlıklar dizgesi içinde can vermesi gerekir. Kafka tragedyayı gündelikle, uyumsuzu mantıkla böyle belirtir. Yaratıcı ya da fatih, bu akraba kafalar için son çaba giriştikleri işlerden de kurtulmasını bilmektir: ister fetih, ister aşk, ister yaratım olsun, yapıtın da var olmayabileceğini kabul edebilmek; böylece her türlü bireysel yaşamın derin yararsızlığını sonuna kadar götürmek, tüketmek. Nasıl yaşamın uyumsuzluğunu görmek ona tüm aşırılıklara dalma hakkını verirse, yapıtlarının oluşturulmasında da daha büyük bir rahatlık, bir kolaylık verir. Usla tutkunun birbirine karıştığı, birbirine destek olduğu bu günlük çabada, uyumsuz insan güçlerinin özünü oluşturacak olan, sıkı bir düzen bulur. Bunun için gerekli olan sürekli çaba, inat ve açık görüşlülük fatih tutumuyla birleşir böylece. Yaratmak yazgıya bir biçim vermektir. Nasıl bu kişilerin yapıtları kendileriyle tanımlanırsa, yapıtları da kendilerini tanımlar. Oyuncu bize öğretmişti: görünmekle olmak arasında sınır yoktur. "Stavrogin: Öbür dünyadaki durasız yaşama inanıyor musun? Kirilov: Hayır, ama bu dünyadaki durasız yaşama inanıyorum." "İnsan sırf kendini öldürmemek için uydurmuştur Tanrı'yı. İşte bugüne kadar gelen evrensel tarihin özeti." Tanrı'nın gerekli olduğunu, var olması gerektiğini sezer ama var olmadığını ve var olamayacağını bilir. "Bunun kendimizi öldürmemiz için yeterli bir neden olduğunu nasıl anlamıyorsun?" diye haykırır. "Mutluluk konusundaki sorularıma yanıt olarak, bilincimin aracılığıyla, ancak büyük bütünde, uyum içinde mutlu olabileceğim, anlayamadığım, hiçbir zaman da anlayacak duruma gelmeyeceğim bildirildiğine göre, bu açık..." "...Sonra, bu durumda, aynı zamanda hem davacı hem sorumlu, hem sanık hem yargıç rolünü yüklendiğime göre, doğanın bu güldürüsünü tümden saçma bulduğuma göre, kendim de bu oyunu oynamaya boyun eğmeyi alçaltıcı saydığıma göre..." "Tartışma götürmez davacı ve sorumlu, yargıç ve sanık niteliğimle beni böylesine düşüncesiz bir umursamazlıkla acı çekmek üzere dünyaya getiren bu doğayı suçluyorum, kendimle birlikte yok olmaya mahkûm ediyorum." Uyumsuz bir yapıtın olanaklı olabilmesi için, düşüncenin en açık biçimi altında ona karışmış olması gerekir. Ama aynı zamanda da orada hiç belirmemesi, belirince de düzenleyici us olarak belirmesi gerekir. Çocukça unutuşu aramak, doygunluğa yönelmek yankısız kalan şeylerdir şimdi. Ama insanı dünya karşısında ayakta tutan sürekli gerilim, her şeyi kucaklamaya iten düzenli taşkınlık, içimizde başka bir ateş bırakır. O zaman, bu evrende yapıt, bilincimizi ayakta tutmak ve onun serüvenlerini görüp göstermek için tek şansımızdır. Yaratmak, iki kez yaşamaktır. "Sanat ve yalnız sanat," der Nietzsche, "gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa, o da sanattır." Evet, insan kendinde başlayıp kendinde biter, ötesi yoktur. Bir şey olmak istiyorsa bu yaşam içinde olur. Şimdi bunu fazlasıyla biliyorum. Fatihler bazı bazı yenmekten ve aşmaktan söz ederler. Ama hep "kendi kendini aşmak"tır demek istedikleri. Bunun ne demek olduğunu iyi bilirsiniz. Her insan kimi anlarda kendini bir tanrının eşiti gibi duymuştur. Hiç değilse böyle söylerler. Ama bu, bir anlık bir sürede, insanın tinsel varlığının şaşırtıcı büyüklüğünü duymuş olmasından gelir. Fatihler kendilerini insanlar içinde sürekli olarak bu yüksekliklerde ve bu büyüklüğün tam bilinci içinde yaşayacak kadar güçlü bulan kişilerdir yalnız. Bu bir aritmetik, artı ya da eksi sorunudur. Fatihler en fazlasını yapabilirler. Ama insanın isteyince yaptığından fazlasını yapamazlar. İşte bu nedenle insan kavşağını hiç bırakmaz, devrim ruhunun en yakıcı noktasına dalarlar. Fatihler eylemin gerçekte yararsız olduğunu bilirler. Bir tek eylem vardır yararlı olan: insanı ve yeryüzünü yeni baştan düzeltecek eylem. İnsanları hiçbir zaman yeni baştan düzeltemeyeceğim. Ama "öyleymiş gibi" yapmak gerek. Çünkü çarpışmanın yolu beni tenle karşılaştırıyor. Alçalmış da olsa, ten benim tek kesinliğim. Ancak o yaşatır beni. Yaratık benim yurdumdur. İşte bu nedenle bu bir yere götürmeyen çabayı seçtim. İşte bu nedenle, çarpışmadan yanayım. Bir gün gelir, ya gözlemi ya eylemi seçmek gerekir. İnsan olmak derler bunun adına. Bu parçalanışlar korkunçtur. Ama gururlu bir yürek için iki şeyin ortası olamaz. Ya Tanrı var ya zaman, ya bu haç ya bu kılıç. Ya çırpınmalarını aşan daha yüksek bir anlamı vardır bu dünyanın ya da bu çırpınmalardan başka hiçbir şey gerçek değildir. Ya zaman ile yaşayıp onunla ölmek ya da daha büyük bir yaşam için ondan çekilmek gerek. Biliyorum, uzlaşmak da, hem yüzyıl içinde yaşayıp hem durasızlığa inanmak da olanaklı. Buna kabullenmek denir. Ama ben bu deyimden tiksiniyorum, "Ya hep ya hiç," diyorum. Eylemi seçtim diye gözlem benim için bilinmedik bir ülke sanmayın. Ama bana her şeyi veremez, ben de durasızdan yoksun kalınca zamanla birleşmek isterim. Defterimde ne özlem bulunsun istiyorum ne acılık, yalnız açık görmek istiyorum. Söylüyorum size, yarın silah altına alınacaksınız. Sizin için de, benim için de bir kurtuluş bu. Birey hiçbir şey yapamaz, gene de her şeyi yapabilir. Bu çok güzel hazır bulunuş içinde, neden onu bir yandan göklere çıkarırken, bir yandan da ayaklar altına aldığımı anlıyorsunuz. Onu ufalayan dünya, kurtaran da ben. Ona tüm haklarını sağlıyorum. Çağımdan ayrılamayacağımın bilincinde olduğum için, onunla kaynaşmaya karar verdim. Yalnızca bireyi önemsiz ve alçalmış gördüğüm için bu kadar önem veriyorum ona. Kazanılmış dava olmadığını bildiğim için, yitirilmiş davalardan hoşlanıyorum; geçici yengilerinde olduğu gibi bozgununda da eşit olan bütüncül bir ruh ister bu işler. Bu dünyanın yazgısına sorumlulukla bağlanan kişi için, uygarlıkların çarpışmasında bunalımlı bir şey vardır. Onda kendi kozumu oynamak isterken, bu bunalımı da kendime mal ettim. Tarihle durasızlık arasında tarihi seçtim, çünkü kesinlikleri severim. Hiç değilse ondan kuşkum yok ve beni ezen bu gücü nasıl yadsıyabilirim? Günü gününe yaşayan insan oyalanmayı pek sevmez. Her şey onu sıkıştırır tersine. Aynı zamanda da hiçbir şey kendi kendinden fazla ilgilendirmez onu, hele ileride ne olabileceği konusunda. Tiyatrodan, gösteriden hoşlanması bundandır, birçok yazgılar sunulur kendisine, bunların acısını çekmeden şiirini alır. Hiç değilse orada bilinçsiz insanı tanırız, ne olduğu bilinmeyen bir umuda doğru koşar durur. Bu taştan şövalyenin, düşünmeyi göze almış kan ve cesareti cezalandırmak için yaratılmış heykelin başka ne anlamı olabilir? Ölümsüz usun, düzenin, evrensel ahlakın tüm güçleri, kızabilen bir tanrının tüm yabancı büyüklüğü onda özetlenir. Bu kocaman, bu ruhsuz taş Don Juan'ın her zaman yadsıdığı güçleri simgeler yalnızca. Şövalyenin görevi burada biter. Yıldırım ve gök gürültüsü, çağrıldıkları yapmacık gökyüzüne dönebilirler. Gerçek tragedya onların dışında oynanır. Hayır, taştan bir el altında ölmemiştir Don Juan. Masalsı meydan okuyuşa, var olmayan bir tanrıyı kışkırtan sağlam insanın, bu çılgın gülüşüne seve seve inanıyorum. Ama her şeyden önce de Don Juan'ın Anna'nm evinde beklediği gece, şövalyenin gelmediğine, vakit gece yarısını geçince de dinsizin haklı çıkanların korkunç hüznünü duyduğuna inanıyorum. Onun son olarak bir manastıra kapandığını anlatan yaşamöyküsüne daha da gönülden inanıyorum. Öykünün eğitici yanı gerçeğe benzer sayılabileceğinden değil. Tann'dan ne diye sığınak isteyecekti? Daha çok tümden uyumsuzlukla yoğrulmuş bir yaşamın mantığa uygun sonunu, yarınsız sevinçlere dönük bir ömrün yabansı yoksunluğunu belirtir bu. Ölümsüzden yana olan insanların neden onun cezalanmasını istedikleri anlaşılıyor. Onların tüm öğrettiklerini yadsıyan, düşlere kapılmayan bir bilime erişmiştir. Sevmek ve sahip olmak, fethetmek ve tüketmek, işte onun tanıma biçimi. (Aşk edimine "tanımak" diyen Kutsal Kitap'ın o gözde sözcüğü çok anlamlı.) Büyük bir aşkın etkisiyle her türlü kişisel yaşama sırt çevirenler belki de zenginleşirler, ama aşklarının seçtiği kimseleri hiç kuşkusuz yoksullaştırırlar. Don Juan'ın konuşmalarına ve bütün kadınlar için kullandığı o hiç değişmeyen sözcüklere kızarlar (ya da hayranlık duyulan şeyi alçaltan o suç ortağı gülüşle gülerler). Ama umutla yaşayan insanlar, iyiliğin yerini cömertliğe, sevginin yerini erkekçe susuşa, kaynaşımın yerini yalnız cesarete bıraktığı bu evrene pek ayak uyduramazlar. Sonra da herkes, "Bir zayıf, bir ülküselci ya da bir ermişti," der. Öyle ya, büyüklüğü gözden düşürmek gerekir. Bu gülüş, yengin pervasızlık, bu hoplama ve oyun düşkünlüğü aydınlık ve sevinçli bir şey. Sağlam olan her varlık çoğalmaya yönelir. Don Juan da öyle. Ama, fazla olarak, kederlilerin kederli olmaları için iki neden vardır: ya bilmezler ya umut ederler. Öylesine önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde yadsıyamam onu. Öyleyse doğru olduğuna inandığımı bırakmamalıyım. Bana karşı bile olsa, alabildiğine açık bulduğumu alıkoymalıyım. Bu uzlaşmazlığın, dünya ile düşüncem arasındaki bu kırılmanın temeli, bu konudaki bilinçliliğim değil de nedir? Benliğimin belirsiz özlemlerle yaşayan bu bölümünden, bu birlik isteğinden başka, bu çözme isteğinden başka, bu aydınlık ve uygunluk gereksiniminden başka her şeyi yadsıyabilirim. Beni çevreleyen, bana çarpan ya da beni götüren bu dünyada, bu kaostan, bu her şeyin başı rastlantıdan başka, kargaşadan doğan bu tanrısal denklikten başka her şeyi çürütebilirim. Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mı, bilmiyorum. Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmenin de benim için şimdilik olanaksız olduğunu biliyorum. Kendi koşulumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? Ben ancak insan ölçüleriyle anlayabilirim. Dokunduğum şey, bana karşı direnen şey, işte budur benim anlamadığım. Bu iki kesinlik, saltıklık ve birlik isteğimle bu dünyanın usa ve mantığa uygun bir ilkeye indirgenmezliği, bunları uzlaştıramayacağımı da biliyorum. Yalana başvurmadıkça, benim olmayan, benim kendi koşulumun sınırlan içinde hiçbir anlam taşımayan bir umudu araya sokmadıkça, bundan başka hangi gerçeği tanıyabilirim? Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu, daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan birparça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım. Örneğin, Kierkegaard'ın umutsuzluğu bir olgu değil de bir durum, günahın durumu olarak belirleyen görüşünden daha derin bir şey olamaz. Çünkü günah tanrıdan uzaklaştıran şeydir. Bilinçli insanın metafizik durumu olan uyumsuz Tanrı'ya götürmez. Belki şöyle ölçüsüz bir sözle aydınlatabilirim bu kavramı: uyumsuz, tanrısız günahtır. Rahip Galiani, Mme d'Epinay'e, "Önemli olan iyileşmek değil, dertleriyle yaşamak," dermiş. Kierkegaard iyileşmek ister. İyileşmek büyük dileğidir, günlüğünün her yanında görürüz bunu. Usunun tüm çabası insan koşulunun çatışkısından sıyrılmaktır. İkide bir boşluğunu gördüğü için daha da umutsuzdur bu çaba. Örneğin kendini Tanrı korkusunun da, dindarlığın da esenliğe kavuşturamayacağı bir insan olarak anlattığı zaman. İşte böylece, acılı bir kaçamakla, usdışına uyumsuzun yüzünü, Tanrı'ya da uyumsuzun niteliklerini verir: adaletsiz, tutarsız, anlaşılmaz. Başkaldırı çığlığının yerini kendinden geçmiş bir katılmaya, bağlanmaya vermişse, şimdiye kadar kendisini aydınlatan uyumsuzu bilmemeye, bundan böyle elinde bulunan tek kesinliği, usdışını tanrılaştırmaya yönelmiş demektir. Usdışı, insanın özlemi ve bunların baş başa verişinden doğan uyumsuz, işte zorunlu olarak bir yaşamın erişebileceği tüm mantıkla sonuçlanması gereken dramın üç kahramanı. Ölüm bilinci kaygının çağrısıdır ve "o zaman yaşam bilinç aracılığıyla kendi kendine sorar soruyu". Bunalımın ta kendisinin sesidir, adsız bir kişi olarak yitmişliğinden çıkıp geri dönmesini ister. Ona göre de uyumamalı, tükenişe kadar uyanık durmalıdır. Bu uyumsuz dünyada durur, onun geçici niteliğini gösterir. Yıkıntılar ortasında yolunu arar. İşte yine ağaçlar, sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar; erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim? Gene de bu yeryüzünün tüm bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana bebana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum. Mekanizmasını tanıtlıyorsunuz, umudum büyüyor. Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana. Tüm bunlar çok güzel, gerisini de anlatmanızı bekliyorum. Ama siz bana elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz ediyorsunuz. Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı? Bu tepelerin hoş çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim. Anlıyorum, bilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilirsem de dünyayı kavrayamam. Tüm engebelerini parmağımla izleyecek olsam, bundan fazlasını bilemezdim. Siz de tutmuş, kesin ama hiçbir şey öğretmeyen bir betimlemeyle bilgi vereceğini ileri süren, ama hiç mi hiç kesin olmayan varsayımlar arasında bir seçim yapmamı söylüyorsunuz. Kendi kendime de, dünyaya da yabancıyım, yardım umabileceğim tek şey de bir şeyi kesinlemeye yeltenir yeltenmez kendi kendini yadsıyan bir düşünce. Beni ancak bilmeye ve yaşamaya yanaşmadığım sürece esenliğe kavuşturan, fetih istekleri her türlü saldırıyı boşa çıkaran duvarlara çarptıran bu koşul nedir? İstemek çelişkilere yol açmaktır. Aldırmazlığın, yüreğin uykusunun ya da ölümcül vazgeçişlerin verdiği bu zehirli esenliğin doğması için düzenlenmiş her şey. Bir basamak daha aşağı inildi mi, yabancılık başlayıverir: dünyanın "yoğun" olduğunu ayrımsamak, bir taşın ne denli yabancı, bizce kavranılmaz olduğunu, doğanın, bir görünümün bizi ne büyük bir güçle yok sayabileceğini sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insandışı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün bu tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverir, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Binyıllar ötesinden dünyanın ilkel düşmanlığı yükselir bize doğru. Yüzyıllar boyunca onda yalnızca kendisine önceden verdiğimiz biçimleri ve çizgileri anlamış olduğumuza göre, bundan böyle bu yapmacıklığı sürdürmeye gücümüz yetmediğine göre, bir saniye için onu anlamaz oluruz. Yeniden kendi kendisi olduğuna göre, dünya bizce anlaşılmaz olur. Alışkanlıkla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler gene o olurlar. Uzaklaşırlar bizden. Bir kadının bildik yüzü altında, aylarca ya da yıllarca önce sevilmiş kadını bir yabancı gibi bulduğumuz gibi, bizi birdenbire böylesine yalnız kılıvereni bile arzulayabiliriz belki. Ama zamanı gelmemiştir daha. Bir tek şey: dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, uyumsuz budur işte.
··
578 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.