Bir kitaba başladığınız esnada sonunu tahmin etmenize rağmen sayfalar parmaklarınızın arasında akıp gidiyorsa, o eser kaliteli bir eserdir bana kalırsa. 248 sayfa nasıl ilerledi, nasıl bitti inanın anlayamadım. Bazı eserler vardır hani eğlendirir insanı, eģlenceli olunca çabucak okunur haliyle ama buram buram hüzün kokan bir eser bu denli mi bağlar okuyucuyu kendine? Bir ayağını uzun zaman önce çeşitli sebeplerle yitirmiş bir baba ve onun yazar olan oğlunun hikâyesi... Bakmayın böyle söyleyince basit göründüğüne; eserin içerisinde kocaman bir ömür ve bu ömre sığdırılmış birbirinden kıymetli duygular mevcut. Hep deriz ya 'Anne gezindiğin bağ, baba yaslandığın dağdır.' diye, işte bir dağın omuzlarındaki yükü taşıyabilmek adına verdiği mücadele ve bu mücadelede en değerli varlığı olan ailesinin yaslandıkları dağın yıkılmaması uğruna gösterdiği fedâkarlık duru bir Türkçe ve buruk bir kalem ile okuyucuya sunuluyor. İnsanın başucundayken kıymetini bilmediği, günlük meşguliyetlere dalıp yeterince vakit ayıramadığı, sevgisini bütün şeffaflığıyla dile getiremediği kişiler gün gelip de yanında olmadığında oluşan boşluk duygusu daha güzel anlatılamazdı sanırım. Eserde anlatılan yaşamöyküsünü okurken Hasan Ali Toptaş'ın gerçek hayat hikâyesi olabileceğini düşünmeden edemedim açıkçası. Zira hem olayın geçtiği yer (Denizli) hem de başkarakterin bir yazar olması ve olayların fazlasıyla etkileyici bir şekilde okuyucuya yansıtılması beni bu düşünceye sevketti. 2016'nın sonuna gelmişken arkama dönüp baktığımda yanıma kâr kalan, okuduğum en güzel eserlerden biri oldu. Denizli'de bir kasabaya gidip, hayatta her an bizi karşılayacak olan tarifsiz kederle tanışmak, yüzleşmek ve en önemlisi koca bir ömre şahit olmak isteyen varsa buyursun.