Sevgili Ester, (1. Gün, Akşamüzeri)
Yatağımın dayalı olduğu duvarda, koyu kahverengi konsolun birkaç
karış yukarısına asılmış gümüş çerçeveli bir fotoğraf var.
Önceden de görmüştüm ama, şimdi sana bu satırları yazarken,
daha da önem kazanıyor bu fotoğraf. Üzerinde Pera Palas’ın bulunduğu
Rue des Petit Champs’in fotoğrafı bu. 24 Temmuz 1908’de çekilmiş.
Küçük meydan hıncahınç insan dolu.
Fotoğrafın altında Fransızca şöyle yazıyor:
“24 Temmuz 1908’de askerî öğrencilerin yeniden ilan edilen anayasa
şerefine yaptığı gösteri.” Bundan tam 18 yıl önce…
Bu fotoğrafın bulunduğu odada kalmam da sanırım bir tesadüf değil.
Pera Palas’ın genç müdürü Reşit, Trablusgarp’ta şehit düşen Selanikli
Tüfekçi Yusuf’un oğlu. Çocukluğunu bilirim Reşit’in, bir yaz Fransızca dersi
vermişliğim bile vardır. Üstelik o da benim gibi Galatasaray Sultanisi mezunu.
Yani bir tür ağabeyiyim onun. Zannederim biraz da bu sebeple, evine gelmiş
kıymetli bir misafirmişim gibi ağırlıyor beni; öyle alakalı, öyle hürmetkâr.
Üstelik başımın belada olduğunu bilmesine, beni korumaya kalkışmanın
kendisine çok pahalıya mal olacağının farkında olmasına rağmen.
Onun elaya çalan kestane rengi gözlerinde, o hayranlıkla karışık
saygı ifadesini görmek tarifsiz bir mutluluk veriyor bana.
İnsanlara hâlâ itimat etmemi sağlıyor. Yani demem o ki Esterciğim,
belki de Reşit bilhassa bu fotoğrafın asılı olduğu odayı verdirmiştir bana.
Bir tür yadigâr-ı hürriyet olarak. Bilmiyorum, belki aldanıyorumdur,
belki de bu odada kalıyor olmam sadece güzel bir tesadüftür ama
itiraf etmeliyim ki, ilk ihtimalin hakikat olması daha çok hoşuma giderdi.
24 Temmuz 1908…
Aslında 23 Temmuz 1908, yani bu fotoğraf çekilmeden bir gün önce.
Hatırlarsan, o gün, Basra Körfezi’nden Adriyatik’e kadar bütün Osmanlı
yurdunun kaderini belirleyen bir inkılap gerçekleşmişti.
Şimdi önemsizleştirilmeye çalışılsa da o yaz olanlar, sadece ülkemizin değil,
bütün dünyanın kaderini etkileyecek devasa bir sarsıntıydı.
Sultan’ın emriyle yıllardır rafa kaldırılan anayasa, milletin isteğiyle yeniden
yürürlüğe giriyordu. Hem de öncekinden çok daha fazla haklar sunarak.
Önce Manastır’da duyuldu hürriyetin sesi, ardından üç kıtaya birden yayıldı.
O ses o kadar güçlü, o kadar haklı ve o kadar zaruriydi ki, çaresiz
kalan despot, anayasayı yeniden kabul etmek zorunda kaldı.
Oysa senin de bildiğin gibi Abdülhamit, mecbur kalmadıkça
ne bir adım ileri ne de bir adım geri giderdi…
Evet, hayallerimizdeki hürriyetle o gün tanışmıştık; 23 Temmuz 1908’de…
Selanik’te… O günü hatırlıyor musun?
Nasıl da tatlı bir meltem esiyordu o sabah.
Sadece tenimizi değil, gönlümüzü, ateşler içinde yanan aklımızı da
okşuyordu sanki. Derin bir maviliğe bürünmüştü deniz, sanki binlerce
yıl öncesinin kahramanları çıkıp gelecekti ufuktan uzun gemileriyle…
Erkendi, çok erken buluşmuştuk…
Kıpırtılı denizin kıyısındaki küçük parktaydık.
Genellikle tenha olan o avuç içi kadar yeşillik, nasıl da kalabalıktı.
Her zaman oturduğumuz, dut ağacının altındaki o ahşap banka beş kişi
birden çökmüştü. Herkes sokaklardaydı, herkes yürüyor, herkes konuşuyor,
herkes tartışıyordu. Yüzlerce yıllık suskun duvarlarda beyannameler
hep aynı talebi haykırıyordu: “Kanun-i Esasi yürürlüğe girsin!”
“Yaşasın Meşrutiyet!” Renk renk pankartlarda aynı slogan patlıyordu:
“Yaşasın Hürriyet, Yaşasın Eşitlik, Yaşasın Kardeşlik, Yaşasın Adalet!”
Çocuklar gibi mesuttuk, çocuklar gibi mesuttu insanlar…
Namık Kemal’in dizelerini okuyordum sana:
“Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet
Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten…”
Herkesin, hepimizin yüzünde taptaze bir heyecan, alışılmadık bir güzellik…
Yepyeni bir şey başlıyordu şehirde, en cahil olanlar bile hissediyordu bunu.
Gemiciler, hamallar, ırgatlar, hatta etini satan kadınlar.
Ve zenginler, tütün fabrikalarının sahipleri, tüccarlar, bankerler, masonlar…
Türkler, Yunanlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar…
Osmanlı sancağı altında toplanmış ne kadar millet, Müslüman, Hıristiyan,
Musevi ne kadar din ehli varsa bu şehirde, o gün hepsi sokaktaydı.
Ayrılığı gayrılığı unutmuş yeni bir toplum için omuz omuza vermişlerdi…