Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Namaz, Hac, Oruç'a dair...
Emniyet sözcüğü ile îmân sözcüğünün aynı kökten gelmesinin işaret ettiği üzere din, her şeyden önce insan aklının metafizik güvenliğini sağlar. Bu nedenle, Tanrı inancı aklın en-üst sınırı; bir manzûme olarak din de aklın terbiyesidir. Güvenlik sözcüğü, ilk elde ya dışarıdan gelen ya da içeriden kaynaklanan tehlikelere karşı tedbiri çağrıştırır. Tersine, din öncelikle aklı terbiye ederek insanı, kendinden, nefsinden korumayı amaçlar; çünkü bir birey olarak kendiyle barışık olmayan bir kişinin dışarıdan ya da içeriden korunmasının mantıkî bir anlamı yoktur. Bu nedenledir ki, îmân kişiseldir, bireyseldir; herkes tek ve yalnız başına iman eder; başka bir deyişle, iman ederken kişi yapayalnızdır (amentu). Bir birey olarak insan aklının terbiyesi, bir tür olarak insanın, hatta canlı-cansız tüm Evren'in insandan korunmasını sağlar; çünkü îmân eden emîndir; emîn olan temîn eder;etmelidir.Terbiye, Türkçe karşılığı eğ-itim sözcüğünün de imlediği üzere, aklın belirli sınırlar dâhilinde iş görmesini, davranmasını sağlamaktır. Haram sözcüğünün sınırlamak, sınır koymak; helâl sözcüğünün de -sınırdan- içeri girmek anlamına geldiği dikkate alındığında denilenler daha iyi anlaşılacaktır., Yeri gelmişken, ayraç içinde belirtilmelidir ki, dinde bazı özel sınırlamalar, bu genel sınırlama için hazırlık mahiyetindedir. En küçük ve en büyük maddî yapıların, dolayısıyla tüm Evren'in bir din üzere olduğunun söylenmesi, bu anlamda her şeyin kendi sınırında durması ve o sınır içerisin de iş görmesi demektir. Nitekim kulluk, en temelde her şeyin sınırını bilmesi, yaratılışı üzere iş görmesi ve davranmasıdır. İnsan hariç Evren'de, şimdiye değin bildiğimize göre, her şey doğal yeri ve işleyişindedir; insan ise aklı ile doğal yer ve işleyişini aşar; başka bir deyişle, yalnızca insan doğal yer ve işleyişinin sınırlarını aklıyla çiğneyebilir. İnsan aklını sınırında, yaratılışı üzere tutmak; hayr üzere ihtiyâr eylemesini sağlamak; insandan, bizâtihi kendinden, öncelikle yine kendini, sonra öteki insanları ve tüm Evren'i korumak için elzemdir. Dinde biçimsel özellik gösteren ibâdetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın doğru yol (sırât-i müstakîm) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse urefâ, namazı genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyâm, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durmayı (kebed), dolayısıyla tüm Evren'in bir hülasası olarak maddî, bitkisel, hayvanî ve aklî özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rükû yani eğilmek, Tanrı karşısında hayvanî olanı, hayvanî nefsin özelliklerini; secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini terbiye etmek -yok etmek değil-, sınırında tutmak anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl, terbiye edilmiş nefistir yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükünet bulmuş, ihtiyâr yeteneği kazanmış akl-ı selîmdir. Bu nedenledir ki, insana (dik durana) en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, hatta yerde sürünmektir. Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden biri hac ve kurbandır. Haccın hayâtı ve âhireti/kıyâmeti birlikte içeren ilahî bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendine ama daha çok çocukuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Safa ile Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliki-ni temsil eden çocukun suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezî yerine yalnızca bir işârettir. Kısaca denirse çöl, hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın iç yapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayâtı temsil eden bu sahnenin ihrâm ile yapıldığı, ihramın da haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce'nin dokuzuncu günü kıyâmet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu irâdeyi -ihtiyârı değil- kullanarak, sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır. Hacda şeytan taşlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemrenin anlamlarına dikkat edildiğinde ilk göze çarpan, cemrenin “kor (köz) hâlindeki ateş" olmasıdır ki, nefse ateşin temsilî bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvanî, büyük cemre ise insanî tarafını temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi şeytanını/şeytanlarını taşlar. Öte yandan kurbanın birinci gününde yalnızca büyükün taşlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taşlanması; insanî nefisteki irâdenin, aklî ihtiyâra dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsî güçlerin terbiyesinden olduğunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemânın daha zor taşlama esnasındaki uyarısıdır; insan taşları/közleri 'öfke' ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur, ihtiyârın değil. Tüm bu süreci kurban keserek, yakınlaşarak bitirmek, hayata ilişkin hareketin ilahî olana teslim olması ve sükûnete kavuşmasıdır. Bir çocuk olarak, türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluğun kendini temsil eden Hz. Ismail'in yerini alan kurban aslında insanın nefsidir ve mecâzî anlamda kesilerek, yaşamına son verilerek, aklî olanın maddi-bitkisel ve hayvanî olana galebe çalmasını imler. Ulemâya göre, hacda ev sahibi Tanrı olduğu için O'na takdim edilecek en değerli şey bizâtihi insanın kendi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleştirir; bu nedenle kurban, mecâzî anlamıyla nefsin ilahî terbiyesi, yani sınırını bilmesinin bir itirâfidır. Unutulmamalıdır ki, nasıl ki bilinenin tersine asıl oruç iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa - ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir- asıl hac da bizâtihi hacdan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır; çünkü maddî ihrâm eğitimi, insanın nefsine manevî bir ihrâm giydirmek, yani sınır koymak; insanı insanlığı içinde tutmak içindir. Heidegger'in dediği gibi, "Sınır/İnsanlık bir kere çiğnendi mi çiğnenecek başka bir sınır kalmaz!"
Sayfa 160 - 161,162,163Kitabı okudu
·
44 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.