"YANLIŞLARIMLA, YARALARIMLA SEVSENE BENİ.."Yine geç kalmışım. Koşarak tırmanıyorum merdivenleri. Yüreğim gümbür gümbür, yüreğim sessiz korkak, yüreğim çekirdeksiz kuş üzümü. Onu babama götürüyorum.
148...149...150...151.. işte bu oda olması lazım. Kapının kolunda elim, içerden inlemeler geliyor, bir şeyler cız ediyor göğüs kafesimde. Daha fazla bekler miyim.. Dalıyorum içeriye.
Göz göze geliyoruz ben odaya girer girmez. Ama bu gözler onun değil. Evet yeşili aynı, temmuz sıcağında tozlu bir orman, dalda erik, benim en çabuk küçülen pastel boyam..
Bir şeyler sayıklıyor. Narkozdan kurtulamama halleri. Çırpındıkça çırpınıyor kendine gelmek için. Önce "Annem geldi mi?" diyor. Sonra benim adımı söylüyor, "Geldi mi?"diyor. Görüyor ama gördüğü ben değilim. Ben de görüyorum ve gördüğüm benim en kıymetli gerçeğim.
"Geldim babacım.." diyorum. Ellerinden tutuyorum, elleri ; sapsarı, buz gibi, kocaman..
Öpüyorum, öpüyorum, öpüyorum..
........
Bu kitabı okurken defalarca girdim o kapıdan. Defalarca sarıldım babamın ellerine. Defalarca hatırladım o günü.
'Nasıl'lar çoğaldı durdu zihnimde. Türevlendiler, çeşitlendiler, taştılar içimden.
Kızından uzaklaşmanın acısıyla delirmek üzere olan bir babanın sayfalarca ilgi dilenmesi, yalvarması, 'bana yaz da ne yazarsan yaz..' demesi, hatta çaresizlikten; Nermin yazmış gibi kendine mektup yazması, her kelimesi,her harfi bir matkap gibi deldi içimi.
Önce;
"Seni bu dünyada en çok seven insan.." diye bitirdi mektubunu.
Sonra
"Iyi yürekli baban.."
"Tonton baban.." diyerek.
Umudu kırıldıkça kalemi de üşüdü;
"Hiçbir mektubuna senden yanıt alamayan baban.." yazdı mesela.
"Babaların en içlisi.." yazdı.
Sonra dilsizleşti çığlığı..;
"Üşüyen çok üşüyen baban.." yazdı ve
"Yerde sedyede yatan ama mutluluğu, umudu elden bırakmayan baban.." diyerek bitirdi...
Ben böyle yalnızlık, böyle çaresizlik görmedim. Kahkaha atarken ağlayan, acı çekerken gülümseyen, canı yanarken soytarılık yapan, koca bir fırtınanın ortasında fırtınaya kafa tutan, böyle narin, böyle ince bir dal görmedim..
Ilk sayfadan belliydi aslında az çok.
"Bir şeyi en derin biçimde duyumsamak, o şeyin acısını çekmekle olur. "
G.Flaubert
Böyle başlıyor Büyük Soytarı 'nın hikayesi. Aslında önceleri ağır başlı, onurlu, sessiz, herkes gibi. Büyük bir ormandaki ağaçlardan herhangi birine benziyor. Uzaktan da yakından da ;çevresinin, insanların, hayatın prototipi.
Sonra artık eskisi kadar kazanamayınca ve kendinden çok daha genç olan karısı tarafından sokağa atılınca her şey değişmeye başlıyor.
Ağlaması,üzülmesi, kendini tüketmesi gerekmez mi aslında? Ya da direnmesi,doğrulması,savaşması..
Onun yöntemi farklı oluyor ama, soytarılaşıyor.
Bu, gerçek bir hikaye. Fakir ve düşkün babasından nefret eden Nermin'e, babasının yazdığı 394 mektup..
O 394 mektubun usta yazar Irfan Yalçın tarafından, 35'e indirilip romanlaştırılması. Ve Büyük Soytarı 'nın bunu asla bilemeyecek olması. Bu, hayatın ona yaptığı son şakaydı belki de..
Her kitabında, birbirinden çok farklı konularda bile, yazdıklarıyla bana zirvede bir tur attıran, gönlümü ferahlatan,üşüten, ehlileştiren ama en önemlisi bir gönlüm olduğunu hatırlatan, kaleminden damlayan her satırın önünde saygıyla eğildiğim Irfan Yalçın 'a kucak dolusu sevgimle..
Ben de böyle bitireyim bari..:)) Mutlaka ama mutlaka okuyun..