Gönderi

464 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
*Son üç paragraf spoiler içerir. "Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ya da ölüm." Her şeyden önce sadece ölüm vardı. Soyluların emri altında çalışan, soysuzlarınsa kaderlerine razı olmasını sağlayan ölüm. Seçkinlerin refah ve bolluk içinde yaşayabilmelerinin hatta yer yer insan üstü şımarıklıklarda bulunabilmelerinin tek güvencesiydi. Örneğin bir monsenyör, soyunu kuruttuğu köylülerden çaldıkları ile koca bir ömrü şatafatlı sarayında geçirebiliyordu ya da halkı çamurdan çıkardığı sebzeleri yerken sırf zevk için ava çıkabiliyordu. Sarayının penceresinden izlediği köylülerin kemiklerini sayarken, kahvaltısında kuş sütü içebiliyordu. Hayvan sürüsü olarak gördüğü köylülerin yaşamlarını kendisine borçlu olduklarını düşünüyordu. Çünkü ölüm, onun emrindeydi. Günlerden bir gün, bunun farkına vardı ölüm. O olmasa bu sistemin hiçbir değeri yoktu. Yıllardır kölelik ediyordu bu seçkin sınıfa. Yıllardır kullandırıyordu kendini. Halbuki soylu olan; ölüme hükmettiği, öldürme gücünü elinde tuttuğu için soyluydu. Ölümü kullanarak zengin oluyorlar, rahat bir hayat sürüyorlardı. Onların güvenlik görevlisi gibiydi ölüm. Buna izin vermeyecekti. Soyluların kölesi olmayacaktı. Madem bu kadar önemli ve güçlüydü, kendisi efendi olamaz mıydı? Soylu kesimin elinden kurtulup başka bir topluluğa hükmedemez miydi? Ölüm enine boyuna düşündü, kimlere ihtiyacı olduğunu ve ne yapması gerektiğini anladı. Önce eşitlik ve kardeşliğin kapısını çaldı. Planını anlattı ve onlarada gelecek iktidarından pay vereceğini söyledi. Ardından özgürlüğü yanına aldı, onu da sağ kolu yapacaktı. Her birine görevlerini ve ne yapacakarını açıkladı. Plan gereği köylülerin zihinlerini en uygun zamanda ziyaret edeceklerdi: zulmün doruklarda olduğu bir zaman... Nihayet öyle bir vakit geldi ki, köylülerin ne bir yaşama arzusu ne de hayatlarında bir anlam kalmıştı. Zihinleri bomboş ve bulanıktı. Önce eşitlik ve kardeşlik çıktı sahneye. Eşitlik: "Yurttaşlar!" dedi. "Her birinizin aynı şartlarda dünyaya geldiğinizi fark etmeniz için daha ne kadar acı çekmeniz gerekiyor? Size zulmeden ve kendilerine soylu diyen şu insanlardan ne eksiğiniz var Allah'ınızı severseniz?" dedi. Zihinler başta temkinli davransalar da ufak tefek hak verme sesleri yükseldi. Konuşma sırası kardeşlikteydi: "Hepinizin en az onlar kadar değerli olduğunu tartışmaya bile gerek yok, asıl nokta şu ki: her biriniz birbirinize zor zamanlarda destek çıkıyor, yeri geldiğinde suyunuzu, yemeğinizi paylaşıyorsunuz. Kardeşler gibi yaşıyor, bu sayede hayatta kalıyorsunuz." dedi. Bu sefer zihinlerin çoğu bariz bir şekilde hak verdi bu iki konuşmacıya da. Plan tıkır tıkır işliyordu, sırada özgürlük vardı: "Her biriniz eşitsiniz ve kardeşler gibi yaşıyorsunuz. Şimdi, soruyorum sizlere, kendini seçkin sanan şu zalim topluluğundan çok daha fazla hak etmiyor musunuz özgürlüğü? Bıkmadınız mı bunlara boyun eğmekten? Olayınız ne? Niçin kurtulmuyorsunuz bu despot ruhlu saray kuşlarından?" dedi. Zihinler alkışlar ve ıslıklarla katıldı özgürlüğe. Ağzından bal damlıyordu. Sonra kendi çapında zeki bir zihin: "Ama nasıl?" dedi. "Nasıl kurtulacağız bunların elinden, kim bize derman olacak?" "Ben..." dedi karanlığın efendisi. Hayatların düşmanı, son nefeslerin dostuydu sahneye giren. Tüm zihinler duruldu, herkes sustu. Hani ölüm sessizliği denir ya, işte tam olarak buydu. Elinde oyuncağı gibi salladığı giyotiniyle, kanlı canlı karşılarındaydı ölüm. "Dostlarım!" dedi. "Eğer istediğiniz şey gerçek özgürlükse, kalıcı bir çözümse tek çare olarak duruyorum karşınızda. Hak ettikleri şey ölmekse -ki fazlasıyla hakettiler- benimle olmalısınız, beni dinlemelisiniz. Çünkü böyle zorbalardan değişmesi veya düzelmesi beklenmez. Bu zalimlerin size verebileceği tek hayırlı şey kanlarıdır!" dedi ve son sözünü tane tane söyledi: "Yani özgürlüğün de, eşitliğin de, kardeşliğin de koşulu benim." Zihinler ölümün bu etkileyici konuşmasından sonra öylesine coştular, öylesine gaza geldiler ki zihinlerde ölümden başka hiçbir şeye yer kalmadı. Vahiy gibi gelmişti zihinlerine ve tek çare olduğu apaçıktı. Ölüm insana galip gelmiş, zihinlerin efendisi olmuştu. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ya da ölüm. Bir zamanın soysuz köylüleri olan şimdinin yurttaşlarının milli sloganıydı artık bu ifade. Ölüm; zihinlerden, önce şarap dükkanlarına ardından örülen örgülere ve nihayetinde sokaklardan oluk oluk akan, milli ustranın keskin bıçaklarından damlayan kanlarla amacına ulaştı. Soylu soysuz birsürü insanın canını aldı. Tüm bunlar olurken ölüme düşman bir adamla insan dostu bir kadın dünya evine girmiş, Charles ile Lucie'nin bu birlikteliğinden küçük ve tatlı bir kız çocuğu doğmuştu. Her ne kadar Lucie'nin babası olan Dr. Manette sayesinde bir araya gelmişlerse de doktorun mahkumiyeti döneminde yazdığı bir mektubun da etkisiyle tekrar ayrıldılar ve Charles haksız yere vatan hainliğiyle suçlandı. Minik kızı ve hayat arkadaşıyla vedalaştıktan sonra ölümün köleleri tarafından alındı ve yine ölümün oyuncağı olan giyotine gitmek üzere nezarethaneye atıldı. Artık dönüş yoktu, umudunu yitirmişti. Fakat nezarette beklerken yanına bir dostu geldi. Hapishanedeki bağlantılarını kullanarak içeriye giren ve yüzü Charles'ınkine çok benzeyen bir dosttu bu. Zamanında onun eşine sevdalanan, sevgisini doruklarda yaşasa da yine onun ve eşinin mutluluğu için aşkını kalbinin en derin yerine gömen bir dost. Birçokları gibi kendine biçilmiş hayatı yaşamayıp ömrünü anlam arayışıyla geçirmiş bir dost, hakiki bir insan. Önce Charles'ı bayıltıp ardından onun yerine geçerek onu, sevdiği kadını ve diğer dostlarını kurtaran, bunun için ölümden korkmayan erdemli bir insan. Bay Carton; hayatını kaybetmek yerine ölümü kazanmış bir adam.
İki Şehrin Hikâyesi
İki Şehrin HikâyesiCharles Dickens · Can Yayınları · 202359,3bin okunma
··
24 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.