Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

400 syf.
9/10 puan verdi
·
8 günde okudu
Topluma ayak uydurmadığınız için dışlandığınız oldu mu? Herkesin yaptığını yapmıyorsunuz diye çeşitli ithamlara maruz kaldınız mı? Fazla sorguluyor, düşünüyor, iyimser ya da uysal olduğunuz için eleştirildiğiniz oldu mu hiç? Peki ya sen değilsen de etrafındaki bazı insanlara böyle atıflarda, bakışlarda bulundun mu? Onlar için böyle düşündün mü? Kim bunlar… Bunlar deliler. Ne olmuş bunlara delirmişler. Neymiş delilik? Çoğunluğa ayak uydurmadığı için dışlanmışlar. Toplumun istenmeyen parçası haline gelmişler. Toplumla yaşamak zorunda bırakılmışlar. Anormal olarak tanımlanmışlar. Peki neymiş anormal? Normal olmayan demekmiş. Peki normal neymiş? Çoğunluğun kabul ettiğiymiş. Kimmiş anormaller? Hepsi de genelde iyi insanlarmış. Peki kim delirtmiş bunları? Toplum… Sen hiç kötü olup da deliren insan duydun mu? Bir akıl hastanesine gidiyoruz şimdi. Sene 1962… Foucault’un normal olmayan herkesin keyfi bir şekilde kapatıldığı, “Büyük Kapatılma” olarak adlandırdığı yerdeyiz. Bir tımarhanede. Kısaca Büyük Kapatılmayı şöyle yazabilirim. 15.yy’da şehirden uzak alanlarda inşaa edilen yapılara, önce cüzzamlıların kapatılmasıyla başlanan, sonraları, iktidardakilerin ve kapitalist sistemin beğenisine uymayan, normal kabul edilmeyen tutum ve davranışları sergileyen herkesin kapatıldığı yerlerdi bunlar. 17.yy’dan itibaren, delilik adıyla yaftalanan insanlar “büyük kapatılma”ya maruz kaldılar. Büyük Kapatılma resmi olarak ilk olarak 1656 yılında Paris’te Büyük Hastane’nin kurulmasıyla başlar. Paralel zamanda tüm Avrupa’yı da etkisi haline alır. Çalışamayacak durumda olan veya çalışmak istemeyen, fabrikanın boğucu karanlığı yerine önceki dönemlerde olduğu gibi gün ışığı altında yaşamak isteyen, işsiz ve yertsiz yurtsuz bir kalabalık, ilk kez bu dönemde bu hastaneye kapatıldı. Hastalar, sakatlar, akıl hastaları, suçlular, ahlaksızlar, eşcinseller, kadın-erkek ayrımı yapılmadan aynı yere koyuldu. 19.yy’ın başında modern hastane, akıl hastanesi, hapishane, okul gibi bir dizi kurumun ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Hastaların tedavi edilmesi, suçluların ıslah edilmesi, normal bireylerin ise eğitilmesi için kurulmuş gibi görünseler de bu kurumlar Foucault’a göre aslında iktidarlara itaatkar bireyler yetiştirmek için varlar. Nerde kalmıştık. Bir tımarhanedeyiz. Aslında şimdiki çeviriye göre bir akıl hastanesindeyiz diye yazmam gerekse de, çeviri kitabın yazıldığı tarihte yapılsaydı tırmarhane diye çevrilmiş olacağından hiç şüphe duymuyorum. Çünkü akıl hastanesi ve ruh hastası kavramı çok ama çok sonraları kullanılmaya ve ilgili doktorlarca da benimsenmeye başlanmıştır. Bundan önce bu hastanelerin adı “tımarhane”, ruh hastalarının adı da “deli”dir. Yazının devamında hangisini kullansam bilemedim şimdi.. Yer yer ikisi ile de karşılaşırsanız şaşırmayınız. Zira sakin sakin yazdığımda bir ruh hastası, biraz öfkelendiğimde bir deliye dönüşebilirim. E hani ikisi arasında bir fark yoktu. Zaten yok ama algı da böyle ya ondan ) Ama yine dağıldım. 1962 yılında bir akıl hastanesindeyiz. Kitabımızın anlatıcısı bu akıl hastanesinde yatmakta olan, Amerikalı bir Kızılderili olan Şef Bromden ağzından anlatılmaktadır. Hikaye bir gün bir hapishane mahkumu olan Randle Patrick McMurphy adında bir adamın akıl hastanesine elleri kelepçeli olarak gelmesiyle başlar. Buradaki kelepçe figürü önemli çünkü bu hastane koğuşuna daha önce elleri kelepçeli olarak yani diğer türlü anlatmak gerekirse zorunlu olarak kimse gelmemiştir. McMurhpy hapishanede sürekli bir deli taklidi yapmaktadır ve yetkililerce buraya deli olup olmadığının kanıtlanması için gönderilir. Kurallara aykırı, asi ve birazda muzip karakterimiz akıl hastanesine geldiği andan itibaren kendisini rahatsız eden şeylerle karşılaşmaya başlar. Bir yandan kişisel alışkanlıklarını burada da yapmaya çalışıp, bir yandan uyumsuzluğunu da deliliğinin arkasına gizlemeye çalışır. Bir süre sonra McMurphy için bu akıl hastanesi hiç de beklediği gibi çıkmaz. O buraya özgür olmak için gelmiştir ama burada hapishanedekinden daha katı kurallarla, ceza ve yöntemlerle ve davranışlarla karşı karşıya olduğunu farkeder. Özgür olmayı planlarken daha da kısıtlanmıştır. Buraya kendi rızasıyla geldiği ve yine kendisi isterse tekrar çıkabileceğini düşünen McMurphy için işler hiç de planladığı gibi olmaz. Buraya tıkılmış delilerin kendisinin aksine zorla getirildiğini düşünürken aslında durum tam da zıttıdır ve buraya her ne şekilde gelirseniz gelin 68 günden önce çıkabilmeniz mümkün değildir. Koğuştaki arkadaşlarının da gönüllü olarak burada olduğunu ve hiçbirinin dışarı çıkıp özgürlüğüne kavuşmak çabası içinde olmadığını gördüğünde ise bu duruma anlam veremez. Bir süre sonra en yakın arkadaşı Kızılderili Şef Bromden olur… Şef Bromden’de tıpkı baş karakterimiz gibi numara yapmaktadır. Sağır ve dilsiz taklidi yapan Bromden kendisini hem bu tımarhaneye hem de böyle yaparak kendisini kapana sıkıştırmıştır. Bir gün McMurphy’e aslında sağır ve dilsiz olmadığını belli eder. McMurphy, Bromden ve diğer hastane arkadaşlarına otoriteye karşı çıkmaları ve onları hayata döndürmek adına bir takım cesaret verici şeyler aşılamaya çalışır ve girişimlerde bulunur. Öte yandan hastanenin yönetimini ele geçirmiş olan bir diğer başkahraman hemşire Ratched’e karşı da savaş vermeye başlar. Hemşire ile arasında zıtlaşmalar ve çatışmalar başlarlar. McMurphy bir hasta gibi bir süre içerisinde hemşireyi bezdireceğine dair diğerleriyle iddiaya girişir. Peki kimin dediği olacak otoritenin mi, McMurphy’nin mi? Peki bu hastanede Kaybedenler ve kaybettiklerine kavuşturulmaya çalışılanlar gerçekte neyi kaybetmişlerdir? Kızılderili Şef Bromden’in ağzından, McMurpy’nin hastaneye geliş, diğer hastalarla arkadaş oluş, hemşire ve düzene karşı koyuş hikayesini detaylarıyla okurken, sık sık düşüncelere gömülürken buldum kendimi… Altını da bolca çizdiğim satılar oldu. Sürpriz sonlu kitabın kapağını kapattığımda okuduklarımdan dolayı yaşadığım duygu yoğunluğunun daha fazlasını, dönemin akıl hastanelerini incelerken yaşadım. Yine aynı duygu yoğunluğum akıl hastanelerinin ve akıl hastalarının toplumdaki geçmişten günümüze yeri ile alakalı oldu. Yazarın 24 yaşında kaleme aldığı eser, Amerika’da çok ses getirmiş. 1975’te sinemaya uyarlanmış. Sinema filmi her ne kadar ödülden ödüle koşsa da, kitap maalesef uzun yıllar yasaklı kitaplar arasında kalmış Amerika’da.. İnsanlara kötü örnek teşkil eden davranışlar içerdiği ileri sürülse de, okuduktan ve eskiden akıl hastanelerinin yüz kızartıcı şeylerini öğrendikten sonra asıl yasaklanma sebebinin bu olmadığını anlamak da pek güç değil. Yine upuzun bir yazı oldu ama değinmeden geçemiyorum işte. Sonra dönüp okuduğumda çok işime yarıyor bu yazdıklarım. Akıl hastanelerinin daha doğrusu tımarhanelerin geçmişiyle ilgili yukarıda kısaca Foucault ‘un sözleriyle değinmiştim. Devamında özetle yazabilirsem eğer; durumla ilgili şöyle bir özet cümle okudum. 1950’lerde psikiyatristler insanları ejderhanın elinden kurtaran birer kahraman gibi görünüyordu. 1960’lar da ejderhalar psikiyatristlerin ve psikiyatri kurumlarının kendisi oldu. Durumla ilgili bir çok kitap yazıldı ama hiçbirisi bir akıl hastanesinde gece bekçiliği yapan ve devlet destekli ilaç deneylerine katılan, 24 yaşındaki Ken Kesey (yazar) kadar etki yaratmadı. Aslında amacı elektro şokla ilgili bir tez yazmaktı. Ama akıl hastanesinde insanlarla yakınlaşınca işin rengi değişti. Uzunca bir süre hastane ile ilgili gözlem yapan Kesey bu kitabı yazdı ve çok ses getirdi. Kitaptaki sağır ve dilsiz taklidi yaparak, bir köşede olup biteni izleyen ve sonra bunları okuyucuya anlatan Kızılderili Şef Bromden’in, yazar Ken Kesey’in ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Kitaba adını veren Guguk Kuşu ise akıl hastanesinin adı aslında. Adını Guguk kuşlarının karakterinden alır. Denir ki; guguk kuşları yumurtalarını başka kuşların yuvasına bırakırlar. Her yuvaya bir yumurta dağıtırlar. Yumurtadan çıkan yavru kuş, üvey kardeşleriyle akraba olmadığından diğer yumurtaları hatta canlı yavruları yuvadan atar. Dışlananın zorbaya dönüştüğü ve kargaşanın, yerinden edilmenin ve rekabetin, sağduyulu tasarıma üstün geldiği bir süreçtir bu. Bu nedenle hastaneyi kendisi gibi olmayanların dışlandığı, yuvadan atıldığı guguk kuşu yuvasına benzetir. 1960’lar,Amerika’da psikoloji ve psikiyatriye yaklaşım biçimin değişmesi yönünde yapılması istenen değişikliklerin ve eleştirilerin boy gösterdiği zamanlar. Avrupa, Amerika ve hatta ülkemizde de akıl hastalarının iyileştirilmesi yönünde doğru bilinen çok yanlışlar yapıldı. Ben çocukken izlediğimiz gerek yerli, gerek yabancı filmlerde de, Erenköy ya da Bakırköy gibi Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatmakta olan hastalara acınası gözle bakardık. Çünkü oralar bu tür hastaların iyileştirilmek adına türlü acılardan geçtiği yerlerdi ve deli olmak ya da delilik belirtisi göstermek toplumdan uzaklaştırılmak için yeterli bir sebepti. Belki de üzerimize yerleşen ve psikiyatrist ve psikologlara hala önyargı ile bakılmasına sebep olan şeylerin altında bu deneyimler vardır. Birisi size konunun uzmanı bir doktora git dediğinde “Ben deli miyim? Sensin deli?” diye karşı atağa geçilmesinin sebebi de budur? 1960’larda bu alanda büyük bir reform yapılmaya çalışılmış. Deli değil ruh hastası, tımarhane değil akıl hastanesi kelimelerinin kullanılması için çalışmalar başlamış. Türkiye’de gazete ve tv haberlerinde sunuş şekilleriyle ilgili geniş kapsamlı uğraşlar verilmiş. Örneğin; “Dün akşam tımarhaneden üç deli firar etti!” yerine, “Dün akşam Akıl Hastanesi’nden üç hasta izinsiz ayrıldı!” diye atılmaya başlanmış yazılar. Bir de farkında mısınız? Hapishaneden kaçar gibi hastaneden kaçıyor bu insanlar. Hiç sorgulamadık hiç? Zamanla terimler, Psikiyatri hastası, psikiyatrik hasta, şizofreni hastası gibi ya da kişi doğrudan hastalığın adıyla anılır olmuş. Tabii bunu da sonraları insanlara damgalayıcı ya da aşağılayıcı şekilde kullanacak şekilde evriltmeyi başarmışız. Yani şizofren, manik gibi. Şimdiler de bu kavramlar da terkediliyor çünkü artık ruhsal hastalıklardan değil bozukluklardan bahsediyor psikiyatri. Adlandırılan, sınıflandırılan şey de aslında bozukluklar. Yani kişiler, insanlar sınıflandırılmıyor, sahip oldukları bozukluklar sınıflandırılıyor. Dolayısıyla şizofren değil şizofrenisi olan birey denilmeye başlanıyor. Artık hasta değil “danışan” sözü kullanılıyor. Guguk kuşu’nu okurken dönemin akıl hastaneleri ve oradaki hastalara bakış açısıyla günümüzde gelinen son nokta arasında, detaylı teknik bilgiye sahip olmasam da bir bağ ve kıyas yaparak okudum. Ayrıca kitabın kapağından ötürü filmi olduğu bildiğimden, okurken henüz izlememiş olsam da, bugünün “Kırmızı oda”sı ile o günün “Guguk Kuşu” arasındaki hastalığa bakış açısındaki değişimi görmemek elde değildi. Neyse ki toplum en azından doğuştan olanların dışında, sonradan akli dengesini yitiren ya da ruh sağlığı yerinden oynayan insanların hasta olmalarının sebeplerinin dış etkenler olduğunun bir nebze de olsa farkında. Benim yazaklarım yine her zaman ki gibi nasıl başlasam acaba diye saatlerce düşündükten sonra, bitirememenin tezatlığı arasında sürüyor. Daha da yazacağım geliyor da artık bitirmem iyi olacak. ) Buraya kadar okumayı başarabilen okuyucu varsa onlara da sabırlarından ötürü teşekkür eder, keyifli okumalar dilerim.
Guguk Kuşu
Guguk KuşuKen Kesey · Nemesis Kitap Yayınevi · 20181,605 okunma
··
1.478 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.