Gönderi

İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedildiği yıl, başkent Diyarbakır’ı ele geçirip iktidar kavgalarına son veren Uzun Hasan Bey, birkaç sene içinde tüm rakiplerini bertaraf ederek; Akkoyunlu Devleti’ni, sınırları doğuda Horasan’dan batıda Fırat Irmağı’na, kuzeyde Kafkaslardan güneyde Umman Denizi’ne kadar uzanan bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Karakoyunlu Devleti’ni ortadan kaldırmış ve başkenti Diyarbakır’dan Tebriz’e taşımıştı. Ele geçirdiği ülkelere ve kazandığı başarılara paralel olarak kendini bölgenin en büyük hükümdarı olarak gören Uzun Hasan, Osmanlı Devleti’nin zaferlerinden rahatsız oluyor; “Bu diyarın serdarları şecaatim asarını gördüler. Fırsat elverirse cüret ve celadetimi Hüdavendigar’a dahi gösterem.” diyordu. Hatta Hıristiyanlık için kutsal bir merkez telakki edilen İstanbul’un fethi gibi İslam dünyasını sevince boğan bir olayı dahi tebrik etmeyerek rahatsızlığını daha o yıllarda açık etmişti. Akkoyunlu Devleti’nin resmî tarihi, Kitab-ı Diyarbakıriyye’de İstanbul’un fethine hiç değinilmeden âdeta geçiştirilmiştir. Sonraki yıllarda ülkelerini Fatih’e kaptıran Karaman, İsfendiyar ve Germiyan beylerini himayesine almış, kendini Timur’un yerine koyarak, “Anadolu beylerinin üstün hükümdarı” edasıyla davranmaya başlamıştı. Osmanlıların Trabzon Rum İmparatorluğu’na son vermesi ve Akkoyunluların zenginlik kaynağı olan ipek üzerine Tokat’ta ikinci bir gümrük vergisi koyması Uzun Hasan’ı iyice rahatsız etmeye başladı. Günbegün gerginleşen bu ilişkilerin savaşla neticeleneceğinin farkında olduğu için de askerî hazırlıklara hız verdi. 1471’de Akkoyunlu elçilerinin Venedik doçuyla imzaladıkları ittifak antlaşmasının amaçları şöyleydi: Uzun Hasan Anadolu’yu alacak, Osmanlı padişahına kıyılarda kale yapması yasaklanarak, Karadeniz’i Venediklilere açması kabul ettirilecekti. Mora Yarımadası ile Midilli ve Eğriboz adaları Venedik’e iade edilecekti. Osmanlı ordusunun Karaman Seferi’ne çıkması üzerine harekete geçen Uzun Hasan, İsfendiyaroğulları, Karamanoğulları ve Akkoyunlu kuvvetlerinden mürekkep otuz bin kişilik bir orduyu, 1472’de Orta Anadolu’ya gönderdi. Osmanlı sınırına gelen bu birlikler Amasya sancakbeyi Şehzade Bayezid’e ve Tokat’taki beylerbeyi Hamza Paşa’ya elçiler göndererek, niyetlerinin Dulkadir illeri olduğunu söyleyip hile ile ansızın Tokat’ı bastılar. Şehir feci şekilde yağmalandı, karşı koyanlar katledildi. Bu ani baskını Hoca Saadeddin Efendi şu şekilde anlatmaktadır: “Nice zulüm ve zorbalıkla ol diyar reayasının ciğerin deldiler. Tokat şehrini ansızın basıp beldenin asil ailelerini parçalayıp halkını kargaşa deryasında boğdular. Şehrin evlerini tutuşturup ateşe verdiler. Halk bunların sundukları kahır ateşiyle öyle düşkün bir hale geldi ki, yatak yastık yerine taş ve toprakta yatmayı arzular oldular. Zulüm ateşiyle tutuşturdukları kitaplar ve evraklar ayrılık ateşiyle yananların gönülleri gibi alev alev yandı. Mescit ve medreseler de ateş almakla tutuşup nice mihrap ve minberden ne iz ne de nişan kaldı.” Akkoyunlu kuvvetlerinin Akşehir’e kadar ilerlemesiyle endişelenen Fatih, Şehzade Mustafa ile Anadolu beylerbeyi Koca Davut Paşa’ya teyakkuz halinde olmaları emrini verdi. Mirza Yusuf komutasındaki Akkoyunlu kuvvetlerini Beyşehir Gölü civarında kıstıran Osmanlı ordusu, Kıreli Muharebesi’nde kesin bir zafer kazandı. “Akkoyunlu askerleri eli ayaktan ve astı üstten ayıramayıp ne tarafa gideceklerini bilemediler. Bir nicesi oklarla vurulurken bir kısmı da kılıç darbeleriyle cansız düştü. Tutsak edilenlerin haddi hesabı yoktu.” Başkomutan Mirza Yusuf da esirler arasındaydı. Muharebeyi anlattıktan sonra, “Al-i Osman’a kim ki kılıç çeke, gönül bağına mihnet dikenin eke. Beylik istersen ey aklı olan kişi, bu şahların gölgesinde al yerini. Dilediysen saf olsun hayat iksiri, kılıcı zıtça çekme onlara karşı. Onların ululuğunu Hakk diledi, din yolunda kılıçlarını biledi. Dilersen cihanda bulmak saygı ve huzur, Osmanoğlu’na mutluluk dilemekle olur.” diyen Hoca Saadeddin Efendi, âdeta Osmanlıların hasımlarına da bazı tavsiyelerde bulunur. Rumeli’den kış aylarında Sivas’a gönderilen Mihaloğlu Ali Bey ve kardeşi İskender Bey komutasındaki on bin kişilik akıncı ordusu, Akdeniz sahillerinde bekleyen Haçlı donanmasıyla birleşmeyi tasarlayan Uzun Hasan’ın yolunu kesmişti. Akkoyunlular ve müttefikleri ile bir meydan savaşı yapmak ve kesin bir netice almak niyetinde olan Fatih, bütün kışı İstanbul’da büyük bir savaşa hazırlanmakla geçirmişti. Bu sırada payitahta Akkoyunlu ülkesinden gönderilen bir mektupta; Kapadokya ve Trabzon’un derhal terk edilmesi isteniyor, Timur ile Uzun Hasan’ın mukayesesi yapılarak, Hasan’ın Timur’dan ne kadar üstün olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca bu mektupta, Osmanlı Devleti’ne karşı doğudan harekete geçen çoğu hükümdarın yaptığı gibi, Timur’un Yıldırım Bayezid’i yendiği 1402 Ankara Savaşı hatırlatılarak, Osmanlıların morali bozulmaya çalışılıyordu. Cevaben yazdırdığı mektupta Fatih, Uzun Hasan’ı tehdit ile birlikte bir meydan savaşına davet etti: “Kuvvet ve kudret ancak Cenabı Hakk’a mahsustur. Bundan önce annenin ricası ile pençe-i gazabımdan kurtulmuştun. Biz de seni ıslah olmuş ve semt-i salaha yönelmiş kabul ederek affetmiştik. Hâlbuki senin gibi bir zalimin benim zamanımda saltanat davasında bulunması haramdır. Senin kendin gibi birkaç beye şiddet yoluyla galip gelmene, kendi topraklarında gösterdiğin gurur ve azametine, hatta bütün kudret ve şevketine bizim müsaade ve müsamahamız sebep oldu. Buna rağmen gururlanarak ve kendinden geçerek padişahlık hukukunu unutup adaletli idarem altında yaşayan Tokat’a ve sonra da Karaman ülkelerine askerlerini göndererek ahaliye zulmettiğin, bir takım şiddetlere başvurduğun ve rezaletlere sebep olduğun malumumuzdur. Cezanı vermek üzere bu yılın baharında harekete karar verdik. Seni affetmek katiyen düşünülmemektedir. Beyhude zahmet çekme. Bundan sonra elçimiz ok ve dilimiz kılıçtır. Sen vilayet yıkmayı padişahlık mı zannettin? Çekinmeden korkmadan topraklarımıza tecavüz etiğin için kılıcımız senin göğsünde kana bulanmalıdır. Mert isen meydana gel! Namert gibi delikten deliğe girme. Hazırlığını yap, haber verilmedi deme. Zira ki vücud-u habisin teleftir ve bu babda özür ve bahane bertaraftır!" Osmanlı ordusu 1473 Nisan’ında, İstanbul’dan hareket etti. Şehzade Cem, Rumeli topraklarının muhafazası ile görevlendirilip saltanat kaymakamı tayin edilerek Edirne’ye gönderildi. Karaman sancakbeyi Şehzade Mustafa ile Amasya sancakbeyi Şehzade Bayezid’in de orduya katılmaları neticesinde asker sayısı yüz bine yaklaşmış bulunuyordu. Rumeli akıncıları zaten kıştan beri Sivas civarındaki yolları tutuyorlardı. Sivas’ı geçerek Şebinkarahisar’a varıldığında Sadrazam Mahmut Paşa ; “Devletli Sultanım! Hele bu Karahisar’ı alalım. Ümit olunur ki düşman dahi gele, anınla da haklaşırız.” teklifinde bulunmuşsa da padişah; “Hay Mahmut! Ben hisarı ne edeyim. Ben düşmana geldim, bana düşmanımı bulun!” cevabıyla bu öneriyi reddedip askerin dikkatini asıl hedefe yoğunlaştırmış, zaman ve enerji kaybına meydan vermeyerek kararlılığını göstermişti. Uzun Hasan kuvvetlerine ilk kez 1473 Ağustos’unda Fırat Vadisi’nde tesadüf edildi. Ateşli silahlarla donatılmış mükemmel bir düzen içinde ilerleyen Osmanlı ordusunu uzaktan gözleyen Uzun Hasan’ın ; “Vay Osmanoğlu! Bu ne deryadır!” dediği rivayet edilir. Fırat Nehri kenarınca ilerleyen Osmanlı ve Akkoyunlu orduları birbirlerini tartmaya ve anlamaya çalıştılar. Uzun Hasan’ın, kuvvetlerini içerilere çekip gözden kaybolması üzerine, ileri kolda hareket eden Rumeli beylerbeyi Has Murad Paşa, Sadrazam Mahmut Paşa’nın bilgisi haricinde nehrin ötesine geçerek ilerleyince ani bir baskına uğradı. On beş bin kişilik Rumeli kuvvetleriyle altmış bin kişilik Akkoyunlu ordusu arasındaki savaş üç saat sürdü. Bozguna uğrayan Rumeli kuvvetlerinin zayiatı takriben on bin civarında idi. Bundan başka Mora fatihi Turhanoğlu Ömer Bey, Aydınoğlu Hacı Bey, Rumeli defterdarı Ahmed Çelebi gibi bazı önemli devlet adamları da tutsak düşmüştü. Has Murad Paşa’yı yenen Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey, derhal asıl Osmanlı ordusuna karşı harekete geçilmesini önerdiyse de babasına dinletemedi. Karanlığın bastırması ile Akkoyunlu kuvvetleri gözden kaybolarak uzaklaştı. Osmanlı ordusunda bu mağlubiyet sebebiyle bozgun emareleri belirdiği gibi, İstanbul ve Edirne’de de büyük bir endişe hâkim olmuştu. Ancak dirayetli bir lider olarak, aldığı tedbirler ile askerlerinin moralini takviye etmesini bilen Fatih Sultan Mehmed, askerleriyle birlikte ilerlemeye ve Uzun Hasan’ı aramaya devam etti. Akkoyunlulara esir düşen Turhanoğlu Ömer Bey’in naklettiğine göre, kazanılan zafer üzerine askerlerine eğlenceler düzenlettiren Uzun Hasan; “Ömer Bey! Osmanoğlu’nun ayağını aldım ola mı? Zira Osmanlı ordusunun yüz akı ve sıkışıp kaldığı esnada tek dayanağı Rumeli askeri idi. Anların işlerini bitürdüm ve adlarını varlık yaprağından yitürdüm. Şimden gerü Rum tahtı benim ve kayserlik sarayı konağım olmak gerektür.” sözleriyle istihza edince, cevaben Ömer Bey de; “Hânım! Osmanlı askerinin deryasından bir katre almakla denizin köpürmesine ne kusur gelir. Gök kubbeden bir yıldız eksilmekle göğün saltanatına ne zarar olur. Padişahımızın benim gibi yüz bin kulu vardır. Güç, kuvvet, at ve askerin çokluğu o derce ziyadedir ki devletli otağın kapısında olan kölelerinden birkaçı alınmağla ışıldayan gönül aynasına keder tozları nasıl kona. Ya namus ve şeref dolusuna nasıl söz dokuna. Bahtı Allah vergisi, devleti anadan doğma özüdür. Yolunda doğrulukla kul olan, zamanın derdinden başını kurtarır.” demişti. Tüm neşesi kaçan Uzun Hasan kızıp köpürerek; “Bak şu kişi elimizde tutsak iken neler söyler. Ağzı değirmeninde ne herzeler öğütür. Derhal öldürülmelidir!” diyerek kükrediğinde, zorda kalan Ömer Bey durumu kurtarmak için; “Benim küstahça sözlerimden Han Hazretleri’nin temiz gönüllerine keder tozları konmasın. Zira Osmanoğlu’nun üstümdeki hakkı çoktur. Hakkı unutmak asi olmakla birdir. Velinimetim hakkında söz söylemem uygun değildir. Onu övenlerle bir ve dostum, sevgisinden de vazgeçmem. Amma gerçek budur ki padişahın seçkin askeri yere düşmüştür. Kalanı da bu sert vuruştan dolayı korkuya kapılmış, yüreği parçalanmış ve direnme gücünü kaybetmiştir. Sertçe bir saldırışınıza tahammülleri yoktur.” demesiyle keyiflenen Uzun Hasan; “Beyler! Ömer Bey doğru söyler. Gerçekten de nimet hakkını unutmak hıyanet ve dine de ters düşmektir. Emektar âdem imiş, akıllı kişi imiş. ” dedi. Altı gündür diken üstünde yürüyen, Akkoyunlu ordusundan hiçbir haber alamayan ve her an baskın yeme endişesiyle dikkatli davranmaya mecbur olan Osmanlı ordusunda sinirler iyice gerilmişti. 11 Ağustos 1473 Çarşamba günü, etrafı dağlarla çevrili dar ve geçilmesi güç Tercan Vadisi’nde istirahata çekilen Osmanlı ordusu, Uzun Hasan’ın birliklerinin Otlukbeli sırtlarında savaş düzeni almış olduğunu gördü. Hazırlıksız ve oldukça kötü bir mevkide yakalanmasına karşın padişah savaşı kabul etti. Zira ordunun sadece sekiz günlük erzakı kalmıştı. Anadolu beylerbeyi Koca Davut Paşa’yı derhal vadiden sırtlara doğru sevk ederek Akkoyunluların sırtlardan aşağı inip de yolları tutmalarına meydan vermedi. Gâvur İshak komutasındaki Akkoyunlu birliklerinin taarruzuna, otuz bin Anadolu askeri ile mukabele eden Davut Paşa, son derece seri hamlelerle tepelere varıp yerleşince, İshak geri çekildi. Davut Paşa’ya sırtın düzlüğünde saldıran Kör Zeynel’in birlikleri de durdurulmuştu. Bu esnada Akkoyunluların asıl birliklerinin hareketsiz kalması ile kritik vaziyetten kurtulan Osmanlı ordusu, vadi içinde taarruz için tertibat alıp iki kanadıyla birden sırtlara doğru ilerledi. Ordunun sol kanadına komuta eden Şehzade Mustafa’nın, düze çıkar çıkmaz Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel’e saldırmasıyla, Uzun Hasan’ın birliklerini, tepelerden âdeta sel gibi harekete geçirmesi bir oldu. Birbirine amansızca yüklenen iki ordu, firavunu gark eden deniz gibi kâh kapanıp kâh açılıyordu. Bu esnada Osmanlı ordusunun sağ koluna kumanda eden Şehzade Bayezid de Akkoyunluların sol cenahına saldırdı. Uzun Hasan’ın diğer oğlu Uğurlu Mehmed Bey, seçme birlikleri ile Fatih’in emrindeki merkez kuvvetlerinin savaşa girmesini bekliyordu. Kapıkulu askerlerini yanından ve arkasından kıstırıp geri çekilme yolunu keserek tamamen yok olmasını seyredecekti. Mustafa ile Zeynel arasında kıyasıya devam eden cenk esnasında, Zeynel atından devrilerek yakalandı ve kesilen başı harp meydanında teşhir edildi. Şehzade Bayezid de yoğun top ve tüfenk desteğiyle Mehmed Bakır’ın emrindeki Akkoyunluların sol kolunu bozarak, Mehmed’i esir etmiş ve ordu sancağını da ele geçirmişti. Ardından Şehzade Bayezid, Osmanlı merkez kuvvetlerini gözleyen Uğurlu Mehmed’in üzerine yönelince, Mehmed çekilmek zorunda kaldı. Osmanlı sağ kanat geri bölgesinden ileri kaydırılan Mihaloğlu Ali Bey’in akıncıları ile soldan ileriye kaydırılan İskender Bey’in akıncıları önlerine kattıkları Akkoyunlu birliklerini perişan ederek kovalamaktaydılar. Akkoyunlu ordusunun bütün cephelerde dağılmasına karşın, Osmanlı ordusunun asıl vurucu gücü olan yeniçeriler, henüz kılıçlarına el dahi atmamışlardı. Şansının kalmadığını anlayan Uzun Hasan, oğlu Zeynel’in öldüğü haberini de alınca, kendi canını kurtarmak için kaçmaya başladı. Karamanoğlu Pir Ahmed Bey’e; “Karamanoğlu! Hanedanın harap olsun. Beni bir ciğerparemden ve bunca dilâverimden edip perişan olmama sebep oldun. Benim Osmanlı ile ne işim vardı?” diyordu. Üç günlük yolu bir günde alan Uzun Hasan, çoluk çocuğunun bulunduğu karargâhına varıp ailesini de yanına alarak başkent Tebriz’in yolunu tuttu. Osmanlı devlet adamlarının çoğu Tebriz’e kadar gidilmesini, bir daha Osmanlı ülkesine saldırmaya cesaret edememesi için Akkoyunlu ülkesinin tahribini önermelerine karşın Fatih Sultan Mehmed; “Uzun Hasan denen câninin canını yakmak saltanat gayretinin gereği idi. Yerine geldi. Hanedanını yıkmak mürüvvet değil. Oğlu serkeşin başın kesip ol ateşle ciğerin kavurmak yeter. Parlak kılıcımızın akıttığı kanla ocağını söndürmek hacet değil. Kendisine yapılanlar çok bile oldu. Müslüman sultanların hanedanlarını yıkmak iyi adet değildir. Bana kalsa saltanatım için bu kadar fazlasını dahi yapmazdım. Ancak o buna sebep oldu. Maksadımız kendisini tedip etmekti. Bu ise fazlasıyla olmuştur. İntikam saikıyla arkasından gitmek, birçok yerleri harap etmek, mahvetmek demektir. Neticede fakir-gani bir nice mazlumun bedduasına maruz kalırız. Bilirsin ki ah okuna gökyüzü gökyüzü bile siper olamaz. Bu oka nişan olmak sonunu düşünen kişinin işi değildir. Hem vebal altına gireceğimiz, bereketsiz bunca işle meşgul olarak, Hıristiyanlarla gaza işlerini tatil etmek ahret endişesi taşıyanların karı değildir.” sözleriyle bu teklifi reddetmiştir. Bu ifadeler hem Fatih’in hem de Osmanlı Devleti’nin fetih ve savaş konusundaki gerçek amaçlarının neler olduğunu gayet net şekilde açıklamaktadır. Şebinkarahisar’da iken gelen Akkoyunlu elçisinin barış isteği ise tekrar Osmanlı ülkesine saldırmaması kaydıyla kabul edilmiştir. Ertesi yıl Uzun Hasan, aynı elçiyi İstanbul’a da göndermiş ve bağımlı beylere özgü ifadelerle Osmanlı arazisine asla tecavüz etmeyeceğini bildirmiştir. Bu zafer; doğudan ve batıdan kıskaca alınan ve kritik bir durumda bulunan devleti, büyük bir buhrandan kurtararak, olası bir bozgun halinde belki de paylaşılmasını engellemiştir. Papanın alevlendirdiği Haçlı ruhu ve onun doğudaki müttefiklerinin planları iflas etmiştir. Böylece Otlukbeli Zaferi ile Fırat Nehri’nin batısında kalan topraklar üzerinde tam bir hâkimiyet sağlanmıştır. Diğer taraftan Haçlıların, özellikle de Venediklilerin, Osmanlı’yla giriştikleri uzun savaşı kazanma ümitleri neredeyse tükenmiştir. Venediklilerle işbirliği yapan ve Otlukbeli Savaşı’ndan sonra da Osmanlı topraklarına saldıran Karamanoğulları üzerine, 1474 yılında tekrar sefer düzenlenmiştir. Uzun zamandır böbreklerinden rahatsız olan Şehzade Mustafa’nın, bu sefer esnasında hastalanarak vefat etmesi padişahı üzüntüye boğmuştur. Düzenlenen sefer neticesinde Gedik Ahmed Paşa’nın Orta Anadolu’yu tamamen kontrol altına almasıyla birlikte, tüm dikkatler yeniden batı cephesine çevrilmiştir.
·
678 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.