Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

910 syf.
10/10 puan verdi
·
19 günde okudu
ŞUURLU ARALIKLARI OLAN KISMÎ BİR DELİ ÜZERİNE*
Don Quijote, modern romana kapı aralayan, öncü bir kitaptır. Bu kitabın yazılma amacı esasında “şövalye romans”larını eleştirmek ve sonunu getirmekti. Cervantes bunun için, şövalye romanslarının adeta bir parodisinin yapma yolunu seçti. Bu şövalye romanslarında, bir adet şövalye, şövalyenin -boş vakitlerinde düşünüp aşkından kahrolmak için- sevgilisi, bir silahşör, bolca dev, prenses ve serüvenler bulunur. Karakterimiz, girdiği serüvenlerde çoğu kez insanlara yardım ettiğini ve haksızlığa karşı savaştığını sanır. Ancak işin aslını göremez; daha doğrusu görmek istemez. Tabii bu tutumu yalnızca şövalyelik söz konusu olduğundan geçerlidir. Bunun haricinde oldukça akıllı biridir Don Quijote. Tıpkı rahibin dediği gibi: “(...) bu zavallı asilzade, deliliğiyle ilgili konularda söylediği saçmalıkların haricinde, başka konulardan sözedecek olursanız, son derece mantıklı konuşur ve her konuda berrak, duru bir anlayışı olduğunu görürsünüz. Şövalyelikten sözedilmediği sürece, kendisiyle konuşup da çok akıllı demeyecek kimse yoktur.” (s.266-267) Don Quijote çoğu kez, aklınca insanlara yardım ettiğini sanırken aslında işleri daha da zorlaştırır. Örneğin girdiği ilk serüvende efendisinin kırbaçlarından kurtardığı (!) çocuk, Don Quijote oradan ayrıldıktan sonra öncekinden çok daha sert bir şekilde cezalandırılır. Yani Don Quijote’nin kendi çapındaki idealistliği insanlara faydadan çok zarar verir. Daha sonra aynı çocukla karşılaştığında, çocuk olanları Don Quijote’ye anlatmasına rağmen, o anlamak istemez. “…zat-ı âliniz ormandan çıkıp da biz yalnız kalınca, beni tekrar aynı meşeye bağlayıp öyle bir kırbaçladı ki, derisi yüzülmüş Aziz Bartolomeus gibi oldum; her kırbaçta da sizinle alay ediyor, bir taş savuruyordu; o kadar acıtmasa, ben de gülerdim söylediklerine. Kısacası beni öyle kötü dövdü ki, bu aradaki süreyi hastanede, tedavi görerek geçirdim. Bütün bunların kabahati de zat-ı âlinizde; çünkü yolunuza devam edip çağrılmadığınız yere gitmeseydiniz, başkalarının işine karışmasaydınız, efendim bana on beş yirmi kırbaç vurmakla yetinir, sonra serbest bırakıp borcunu öderdi. Ama zat-ı âliniz, onu öyle yersiz şekilde aşağılayınca, o kadar kötü sözler söyleyince, çok sinirlendi; sinirini zat-ı âlinizden çıkaramadığı için de, yalnız kalınca kabak benim başıma patladı.” (s.273) Cervantes, yazar olmanın yanı sıra iyi bir okurdu ve şiirler de yazıyordu. Yani edebiyatla her açıdan iç içeydi. Pek tabii içinde bulunduğu çağın edebiyat anlayışına da hâkim olduğunu söyleyebiliriz; çünkü bir türün parodisini yapmak için –takdir edersiniz ki- o türe hâkim olmak gerekir. Don Quijote kitaplarda yaşayan bir karakter. O da tıpkı Cervantes gibi edebiyatla yakın bir ilişkiye sahip. Kafasında kurduğu dünyada, sözcüklerden oluşan bir düzlemde, çoğu kez gerçeklerden kopuk bir şekilde yaşıyor. Don Quijote, kurduğu bu dünyada pek tabii kendi doğrularıyla yaşıyor. Kendi doğrularını kabul etmeyip kafasındaki dünyayı ve o dünyada olup bitenleri yalanlayanları ise “deli olmak” veya “kötü bir büyücünün etkisi altında olmak” ile suçluyor. “ ‘(…) Zat-ı âlinizin, henüz bilmiyorsanız, şunu bilmenizi isterim ki, öldürdüğünüz dev, parçalanmış bir tulum; kan, tulumun içindeki sekiz şinik kırmızı şarap; kesilen kafa, anam olacak orospu; hepsini de şeytan aldı götürdü.’ ‘Ne diyorsun sen, deli?’ dedi Don Quijote. ‘Aklın başında mı senin?’” (s.327) Don Quijote’nin bu açıdan tutucu bir insan olduğunu ve kendi doğrularını başkalarına dikte ettiğini; onları kabul etmeyenleri ise bu şekilde itham ettiği söylenebilir. Yazının başında Don Quijote’nin modern romanın öncüsü olduğundan bahsetmiştim. Kitabın içerisinde okurken beni oldukça etkileyen ve birçoğuyla Oğuz Atay veya Yusuf Atılgan gibi modernist-postmodernist eserler vermiş yazarları okurken karşılaştığım unsurlar vardı. Örneğin “üst kurmaca”. Üst kurmaca, Yıldız Ecevit’in tabiriyle “edebiyatın objektifleri kendi üzerine çevirmesidir”. Atay’ın kitaplarında üst kurmaca düzlemi kimi zaman bir kitabın yazım aşaması, kimi zaman da bir tiyatro hazırlığı ya da provası okurun gözleri önüne serilerek kurulmuştur. Cervantes’te ise üst kurmacayı henüz ilk kitabın başında, adeta bir tiyatro hazırlığı yapan Alonso Quijana’nın Don Quijote’ye dönüşmesinde görebiliriz. Yazar yalnızca kendini gezgin şövalye ilan eden Alonso Quijana’nın dönüşümünü göstermez; aynı zamanda –şövalyelik yasaları gereği- kendine yaşadığı köyden bir silahşör, hatta uğruna yaşadığını zannettiği bir kadın seçip hepsine yeni roller ve yeni isimler vererek kendisi için oluşturduğu “şövalyelik sahnesini” de gösterir. Bir başka örnek ise ikinci kitabın sonunda, anlatıcının Badincani’den aktardığı şu sözlerdir: "Ey benim, iyi mi, kötü mü yontulmuş olduğunu bilmediğim tüy kalemim, seni bu telin ucunda, bu askıya asacağım, burada kalacaksın; kibirli ve düzenbaz tarihçiler seni kirletmek için bu askıdan indirmedikçe, çağlar boyunca yaşayacaksın.” (s.885) Badincani, öyküye nokta koyduğunu bu şekilde bildiriyor. Daha sonrasında ise doğrudan yazma eyleminden bahsediyor: “Don Quijote sadece benim için, ben de onun için yaratıldık; o yapabildi, ben yazabildim.” (s.885) Kitapta beni şaşırtan şeylerden bir diğeri de okuru etken yapma çabası oldu. Kitabın başlarında Don Quijote’nin hikâyesini yazan yazarın Arap bir tarihçi olan “Seyyid Hamid Badincani” olduğu söyleniyor. Ardından da bu milletin özelliklerinden birinin yalancılık olduğu, bu yüzden de hikâyenin mutlaka eksiklerinin olduğu ve yazarın kalemini cimri tutarak yazmış olacağı belirtiliyor. Ancak bu kadarıyla da kalmıyor Cervantes. Kitap boyunca, birden çok anlatıcı, öyküye bazı kısımlarda dâhil oluyor ve kimi zaman bu anlatıcıların birbirini yalanladığını görüyoruz. Örneğin, en başından beri yemeğe ve içkiye düşkün biri olarak okura tanıtılan Sancho, ikinci kitabın sonlarında şöyle söylüyor(ona şöyle söylettiriliyor): “ ‘Bana inanın efendim’ dedi Sancho, ‘bu hikâyedeki Sancho’yla Don Quijote, Seyyid Hamid Badincani’nin yazdığı kitaplardakilerden, yani bizlerden farklı kişiler mutlaka; efendim yiğit, akıllı ve âşıktır; bense saf ve komiğimdir; ne oburumdur, ne de sarhoş.’ ” (s.804) Yani okur, anlatıcıya (anlatıcılara) güvenemez. Kurguya ve anlatıcılara olan güven sarsıldıktan sonra okur, onlara karşı mesafeli durmak zorundadır. Bu durum okuru, devamlı kurgunun açığını aramaya iter. Ve nihayetinde okur etkenleşir. Böyle bir anlatıda anlam, okura bağlıdır. Yıldız Ecevit “Türk Romanında Postmodernist Açılımlar” kitabında şöyle der: “(…)Okur ise, bu yeni metin oluşumlarının en önemli öğesi durumuna gelmiştir. Hiçbir şeyin kesin olmadığı bir ortamda, metnin anlamı, onun kararına/üretimine bağlıdır.” (s.100) Cervantes 1547’de, adeta Rönesans’ın içine doğdu. Elbette bunun eserlerine yansımaması söz konusu olamazdı. Don Quijote’de bu etkiler kimi zaman engizisyon eleştirisi olarak, kimi zaman hümanist bir anlayış olarak kimi zaman da bir kalem-kılıç tartışması olarak karşımıza çıkar. Örneğin Don Quijote’nin, rızaları olmadan götürülen kürek mahkûmlarını “kurtarması” ve “zorla” bir şeyler yaptırmakla alakalı çektiği nutuk, Jale Parla’nın ifadesiyle “Rönesans hümanizmasından esinlenen dinî ve varoluşçu ahlaktır.” Bunun yanı sıra, Don Quijote’nin ölümü de oldukça manidardır. Bana kalırsa Don Quijote, şövalye romanslarına bağlılığıyla, İspanya’da Orta Çağ’dan Aydınlanma Çağı’na geçişe adapte olmaya çalışan, ama bir yandan da eskiyi bırakamayan insanları temsil eder. Artık etkisini yitirmiş/yitirmekte olan bir türde ısrarcı olmak, bir bakıma değişime direnç göstermektir. Ancak sonunda Don Quijote gerçeklere “toslar”. Ve ölüm döşeğinde artık şuurunun yerinde olduğunu söyleyerek şövalye kitaplarına lanet okur. Yani direnci kırılmıştır ve kaçınılmaz sona ulaşmıştır diyebiliriz. Aynı zamanda, yukarda da bahsettiğim gibi, kitabın içerisinde “kalem mi üstündür yoksa kılıç mı?” konulu tartışmalar geçer. Çoğu kez tartışmadan ziyade Don Quijote’nin kendi kendine kılıcı övmesi şeklinde ilerler. Ancak kılıcı överken kalemi tam anlamıyla kötülediği söylenemez. Daha çok “kalem de önemli tabii ama kılıç birçok bakımdan kalemden çok daha üstündür” gibi bir bakış açısı var. “Kalemin silahtan üstün olduğunu söyleyebilecek biri varsa, çıksın karşıma; kendisine, her kim olursa olsun, ne dediğini bilmediğini söylerim. Çünkü bu tür kimselerin genellikle ileri sürdüğü ve tutunduğu gerekçe, zihin faaliyetlerinin, vücut faaliyetlerinden üstün olduğudur. Silahşörlük mesleğinin de, sanki hamallıkla birmiş gibi, sadece vücutla yapıldığını söylerler. Sanki bu işi yapmak için güç ve kuvvetten başka bir şey lâzım değilmiş gibi, bu mesleğin erbabı olan bizlerin, icaplarını yerine getirebilmek için keskin bir zekâya ihtiyaç gösteren cesurca hareketleri yerine getirmemiz gerekmiyormuş, bir ordunun ya da kuşatılmış bir şehrin başında olan savaşçının, vücuduyla birlikte zihni de çalışmazmış gibi.” (s.333) Bu alıntıdan da anlaşıldığı üzere Don Quijote’nin savunduğu şey aslında silahşörlüğün yalnızca bilek gücünden ibaret olmadığıdır. Ancak ilerleyen kısımlarda silahşörlüğün kalemşörlükten “amaç bakımından” da üstün olduğunu söyler. “…bunun (edebiyatın) da amacı, adaletin dağıtımını mükemmelleştirmek, herkese hakkını vermek, iyi yasalar yapmak ve bunların kollanmasını sağlamaktır. Hiç şüphesiz yüce, soylu ve övgüye lâyık bir amaç. Ne var ki, amacı, hedefi selâmet, yani insanların bu hayatta isteyebileceği en büyük servet olan silahşörlüğün amacı kadar övgüye lâyık değil.” (s.333) “Kalem kılıçtan keskindir” anlayışının yaygınlaştığı bir dönemde kitabında bunları söyleyen Cervantes, belki bir kez daha ironi yapmak istemiştir. Ne de olsa Don Quijote kitabı başlı başına kocaman bir ironidir. Cervantes, İnebahtı Deniz Savaşı’na katılmış, sol elinden ve göğsünden yara almıştı. Aynı zamanda savaş dönüşü İspanya’ya döndüğü kadırga, Barselona’ya doğru yol alan bir konvoyun parçasıydı. Birkaç gün sonra yakalandıkları bir fırtınanın ardından konvoy birbirinden koptu ve gemiler dağıldılar. Cervantes’in içinde bulunduğu gemi, Cezayir’den gelmekte olan bir geminin saldırısına uğradı ve bu saldırı sonunda hayatta kalanlar Arnavut Mehmet’e esir düştüler ve Cezayir’e götürüldüler.** İşte bu şekilde Cervantes’in esareti başlamış olur. Bu esaret yıllarının etkilerini kitapta görmek de mümkündür: “Bütün dünya milletlerinin, Osmanlıların denizde yenilmez oldukları yanılgısından kurtuldukları, Osmanlılar’ın kibir ve küstahlığının kırıldığı, Hristiyan âleminin o mutlu gününde, orada bulunan onca talihli insan arasında (orada ölen Hristiyanlar, sağ ve galip çıkanlardan daha talihliydi), bir ben talihsizdim. Romalılar çağında olsa, bir madalya bekleyebilecekken, o şanslı günün gecesinde, kendimi ayaklarım zincirli, ellerim kelepçeli buldum.” (s.340) Aslında verilebilecek çok örnek var, ancak bu incelemenin yazarı tam olarak burada, şövalyelik yasaları gereği sözü daha fazla uzatmamaya karar vererek incelemesini noktalayıp herkese keyifli okumalar diledi. *Kitapta, Don Lorenzo’nun Don Quijote’den bahsederken kullandığı tabir. Cümlenin tamamı: “Onu delilikten, dünyanın en iyi hekimleri bile kurtaramaz; şuurlu aralıkları olan kısmî bir deli o.” (s.555) **Uwe Neumahr, Miguel de Cervantes: Delidolu Bir Hayat
Don Quijote (2 Cilt Takım)
Don Quijote (2 Cilt Takım)Miguel de Cervantes · Yapı Kredi Yayınları · 202222,8bin okunma
··
7,6bin görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.