Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

... Yatağına uzandığında içinde durulmuş bir şeyler hissetmişti. İçinde arınmış denizler, içinde suyunu dökmüş bulutlar. Ilık çam rüzgârları... Baygın kekikler, gönül gözü iğde dinginlikleri, uzaklardan çok uzaklardan gelen yasemin, çok daha uzaklardan gelen hanımeli kokuları… Bütün kokuları yüreğinde toplayıveren hiç bilmediği, duymadığı şeyler... Kim bilir hiçbir zaman da bilemeyecekti. Sanki ilk defa içinde ufacık bir hayat tomurcuğu uç vermişti. İlk defa kaçmak istediği uzakların yüzünü görmüş, ilk defa susmanın, yalnızlığın ve kimsesizliğin o zebercet çiçeğinin kımıltısını içinde hissetmişti. İlk defa hanımeli kokusunda toplanıvermişti her şey. Bütün bir ömrün o ter ü taze baharı, gözünün önünden engin maviliklere doğru beyaz, bembeyaz bir martı gibi havalanmış, menevişlenen laciverdi sularda kaybolup gidivermişti. * Yatağında dönüp kıvrıldı. Zihnindeki eşikten diğer yana döndü. “Yıllar geçmiş.” diye söylendi. “Evet, beyaz bir martı, geniş kanatlı, beyaz bembeyaz bir martıydı o. Nerededir, nasıldır, kim bilir?.. Martı mı kaldı, deniz mi, yazlar mı? O yazlar nasıl da uzak şimdi. Uzak, çok uzak yazlar şimdi her biri.” İçinde bir şeylerin biriktiğini fark etti. Yattığı yerden doğruldu, kalktı. Odanın balkon kapısını iyice açtı. Perde rüzgârın hafif dokunuşuyla kıpırdadı. Ötedeki konsolun önünde durdu, aynada kendine baktı. Eski yüzünü, o günlerdeki yüzünü aradı, bulamadı. Aynalar düşman görünmeye yakın mıydı bu kadar? Kandil, aynanın dibinde aynı dinginliğiyle duruyordu. “Kandil bir derviştir!..” Aysel Hanım mı söylemişti? Sonra hüzün mü, acziyet mi, yalnızlık mı?.. Daha bir sürü anlam... Saçlarının alnına bir düşüşü vardı Aysel Hanım’ın. Gözlerini kaldırmadan tane tane konuşuşu: “Bazı insanlara kayıp zamanların bekçiliğini veriyor olmalılar. Alsan alınmaz, satsan satılmaz bir yük gibi sırtında. Taşı da taşı, taşı da taşı… Taşımak ve başka türlüsünü düşünememek. Başka türlü bir hayatı kabul edememek...” Sevilay kandili eline aldı. “Aysel Hanım sana bir derviş diyordu ama belki de bir rehbersin sen,” diye mırıldandı. “Yol gösterensin. Kayıp çarşıların mahzun bir eşyasısın. Kapılarını kimselerin açmadığı, kimselerin dönüp bakmadığı çarşıların. Bezirgânlarının çoktan terk ettiği, alanının satanının kalmadığı çarşıların artığısın, kalbim gibi.” Kandili yerine bıraktı. Eli istemsizce masanın gözüne gitti. Çekmeceyi çekti. O vakit ruhunu bir başka masalın içine atıveren kalın kaplı bir defterle karşılaştı: Kalın kaplı bir günlük. Kendi yazdıkları, kendi günlüğü. Bir günlükten çok bir mezar. Evet, bir mezar diye yazdığı günlük. Unutulmasın istenilen bir mezar. Bütün günlük yazıcılarını bir mezar kazıcısına benzetmişti. Her biri günlerini, yaşamlarını kalemle satır satır kazıyıp mumyalamıyor muydu? Pansiyondaki o yazdan bir yıl sonra okulu bitmişti. Evlenecekti de evlenememişti işte. Kaçmış ve bu pansiyon dönüp gelmişti yine. Yarım kalmış bir düğünün geliniydi Sevilay o aralar. Duvağını bile giymemişti. İşte o acayip kaçış yazında tuttuğu günlüktü bu. Günlük değil, günlükten çok mezar... Nasıl olup nasıl geldiyse karşısında duruyordu. Bir insan kendi mezarına nasıl bakar? Elindeydi, atmak istedi atamadı, sarmak istedi saramadı, sadece donup kaldı. O evlilik zamanları kaçışının korkuları, heyecanı, Cavide Hanım’ın renk renk balkon çiçekleri, Hilmi Bey’in tın tın inleyen tamburu, Muhsin Bey’in rüzgârlar gibi içli kederi, hepsi ama hepsi o mezardaydı. Yine bu konsolun üstünde, bu kandilin ışığında o günlerin, o denizin ve o rastlantı yüzlerinin hatıralarıydı bunlar. Kendi mezarı duruyor gibi bir halin içindeydi. İnsan bırakıp terk ettiği kendini, o kadar zaman sonra hiç değişmemiş karşısında bulduğunda nasıl hissederse, işte o hissi duydu. Seneler seneler evvelinde kalmış ellerine nasıl dokunursa, öyle dokundu sayfalara. Kendi gözlerine nasıl bakarsa, öyle baktı sayfalara. Defter ona bir zaman kapısını araladı ve Sevilay o kapıdan bir zamanların uzak yazlarına geçmeye tereddüt etmedi:
·
78 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.