Acısı dile gelmiyorsa halkımın
sevinci anlatılmıyorsa
neyleyim o mısrağları, vazoda gül gibi olsalar da.
Biraz sert
biraz kaba
ama yine de içten mısrağlar olmalı şiirde.
Ve önce kendimden başlayarak işe
“bunlar şiir mi?” diyorum artık
içinde insan bulunmayan şiirlerin
yakıyorum hepsini
ve düşüyorum yola
kurtarmak için
burjuva şairlerin
elinde oyuncak olan Türk şiirini!
Çünkü onlar
kendi kişisel dünyalarını
içi boş yüreklerini söylediler boyuna
şiir diye…
ve girdiler dergilerin baş sayfalarına,
okul kitaplarına ve antolojilere.
Bana yanlış öğrettiler her şeyi
beynimi yıkadılar,
inkâr ettirdiler kendimi ve geldiğim yeri.
Unutturdular
kavgayı, hayatla.
Oysa güzelim hayat
akar giderdi yanıbaşımda bir ırmak gibi,
kimi kez bulanık, kimi kez pırıl pırıl.
Bir ana sevgiyle okşardı çocuğunun başını,
bir kız gülerdi, favorili bir oğlana,
bir yaprak düşerdi,
bir kuş kanat çırpardı usulca…
(...)
Bütün bunları
ve daha bir çok şeyleri…
örneğin türkü dinlemeyi Âşık Veysel’den
köylülük saydılar.
Şimdi ben diyorum ki onlara
yoksul bir kasabada doğan
yalınayak büyüyen şair
nerden bulacak yumuşak kelimeleri?
O, dağ yeli gibidir
sarsar.
Hani, poyraza karşı bir pınar nasılsa
öyledir onun şiiri.
Bir ağıttır
bir türküdür
bir nasırlı eldir, tarlada;
bir kınalı parmaktır
cehizi sandıkta kalan…
Artık onun şiiri
ezberlenecek bir şiirdir.