Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

400 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
14 günde okudu
Yirminci yüzyılın en önemli düşünür ve devlet adamlarından biri olan Aliya İzetbegoviç, "Doğu Batı Arasında İslam" adlı bu başyapıtta, zihnimizde standartlaşmış, içi boşaltılmış birçok kavramı yerinden sarsarak bizi bunlar üzerinde yeniden düşünmeye sevk ediyor. Yaratılış ve Evrim, Kültür ve Medeniyet, Toplum ve Topluluk gibi iç içe geçmiş, ayrıştırılması gereken birçok karşıt kavramı dualistik eksende derinlemesine analiz ederek bir bilinç ve farkındalık yaratmaya çalışıyor. Bu sayede Batı'nın domine ettiği, özellikle sömürgecilik lokomotifiyle gelişen Avrupa Aydınlanması ve ardından gelen Sanayi Devrimi ile birlikte Modernitenin ortaya koymuş olduğu evrensel paradigmaları ve modern tarih yazılımını da kritize ediyor. Aliya hayatı totalde üç temel dünya görüşü üzerinden değerlendirir. Bunlar Dinî (özel anlamda Hristiyanlık dini), Materyalist ve İslâmî dünya görüşleridir. Dinî görüş yalnızca ruhun mevcudiyetini, materyalist görüş salt maddenin mevcudiyetini kabul ederken İslâmî dünya görüşü ruhu ve maddeyi birlikte ele alır. Bunlardan birinin yadsınması hâlinde bir diğerinin de anlamsız olacağını vurgular. Bu arada İslâm hakkında yapılacak tanımların ve yorumların oldukça önemli olduğunu zirâ İslâm ve İslâm dünyasının donmuş ve statik bir yapıya sahip olmadığını, her asrın kendi içindeki dinamizmine bağlı olarak  yeni bir dil oluşturulup İslâm'ın yeniden yorumlanması gerektiğini ifade eder. Aslında Aliya bu kitapta bunu gerçekleştirmiştir. Kendisinin de ifade ettiği üzere bu kitap "İslam'ın günümüz neslinin konuştuğu ve anladığı dile 'tercüme edilmesi' çabasıdır." İslâm gerek Hristiyanlık gerek sosyalizm gibi ideolojilerin insanlığa sunduğu hakikatleri reddetmez bilâkis bu doğrular üzerinde ısrar eder değilse zaten İslâm da bütünüyle hakikî sayılamaz ancak o, hiçbir ideoloji ile entegre edilemez. İslâm, mevcut tüm ideolojilerin, felsefe ve düşünce sistemlerinin üstünde çok daha kuşatıcı niteliklere sahiptir. İnsanın bağlı olduğu dünya görüşü, hayatı için nasıl bir yön tayin edeceğini de belirliyor bundan dolayı bu husus oldukça önemli. Kitabın ilk bölümünde Evrim ve Yaratılış konusunu Darwin ve Michelangelo üzerinden mütalâa eder. Bilim; insanın, aşkın bir gücün vasıtası olmaksızın zoolojik bir süreç sonucu mutasyona uğrayarak oluştuğunu ve 'güçlü olanın hayatta kaldığı' görüşünü savunur. Buna göre insan bir yerde doğanın çocuğu konumundadır. Din ve sanat ise bilimin aksine insanın ilahi bir dokunuşla, ani ve sancılı bir şekilde oluştuğunu, insanın dünyaya düşüşünü ve onun doğayla karşılaşmasını bizlere aktarır. Aliya, Sistine Şapeli'ndeki Michelangelo'nun ünlü tavan freski "Cennetten Kovulma, Adem'in Yaratılışı ve Altar" örneğinden hareketle sanatın hangi kaynaktan ilham aldığını sorgular, bunun ancak ilahi bir kökeni olduğuna ve sanatçıların da yarattıkları eserden yola çıkarak bir yaratma eylemine tanık olduklarına işaret eder. İnsanın Darwin'in ortaya koyduğu şekliyle evrim sonucu oluşması tasavvuru, onu yalnızca dışsal, özü olmayan, biyolojik bir varlığa indirgenmesi anlamına gelir ki bu ruhun inkârı demektir. Şayet insan yaratılmış ise içsel, biyolojik varlığının dışında ikinci bir boyutu olan yani ruha ve öze sahip bir varlık olur ve insanı asıl anlamlı kılan da bu ikinci boyutudur. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket eder ve menfaat gözetirler insanlar ise faydacılıktan uzak ahlâkî çizgilere bağlıdırlar. İnsanın birtakım ahlâkî kaidelere uygun hareket etmesi her ne kadar onun etkinliğini azaltan ve hayvana göre dezavantajlı olmasını sağlayan nedenler olarak görülse de insanın hayvana galip gelmesini sağlayan kıyaslanamaz zekâsı ve buna koşut başka kabiliyetleri mevcuttur. Ancak bilimin iddia ettiği üzere insan ile hayvan arasındaki temel farklılıklar insanın zamanla zekâ, dik yürüme, ellerinin gelişmesi, alet yapımı ve kullanımı gibi kazanımlarıyla ortaya çıkmamıştır bu farklar daha üst seviyede dinî, ahlâkî ve estetik boyutta kendisini gösterir bu da tarihte ilk kült, ilk resim ve ilk tabunun ortaya çıkışına tekabül eder. İnsanın varoluşu hakkında; kıymet, haysiyet, şahsiyet, mesûliyet, ahlâk, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, hak ve hukuk mefhumlarından bahsedeceksek bu ancak ve ancak insanın bir Tanrı tarafından yaratıldığına inandığımız takdirde anlamlı olacaktır zirâ bu değerler "Tanrı nezdindedir" ve insanın maneviyâtına yani öz benliğine aittir aksine inandığımız vakit insanın zoolojik bir evrim sonucu, doğal seleksiyonla "güçlü olanın hayatta kaldığı" bir sistemde bu kavramların hiçbiri önem arz etmeyecektir ve insan burada hiçbir ilke gözetmeden, ahlâkî kaygı gütmeden yalnızca doğaya uyum sağlayarak hayatını idame ettirecektir. Bunun yanında ırksal, etnik veya sınıfsal kökenli pek çok eşitsizliğe maruz kalacaktır. Kültür ve Medeniyet bölümüne geldiğimizde ise Aliya'nın, artık neredeyse birlikte tanımlanan bu iki kavramı bambaşka zeminlere oturtarak incelediğini görüyoruz. Kültür, devamlı kendini geliştirmeyi, daha iyi bir insan olmayı salık verirken medeniyet mütemadiyen üretmeyi, işlemeyi ve bu sayede doğaya hâkim olmayı telkin eder. Medeniyet, insanın sürekli olarak üretim ve tüketim döngüsü içerisinde olmasını şart koşar bu durum insanın özgürlüğünü kısıtlar ve insanı bağımlı hâle getirir. Kültür ise insanın fazlalıklardan kurtulup iç özgürlüğüne kavuşmasını hedefler. Medeniyetin vazgeçilmezi olan okullar hümanist, iyi, dürüst, prensip sahibi bireyler yetiştirmekten ziyade bilimsel disiplinlerden ibaret ihtisasla, toplumsal mekanizmaya kökten uyum sağlayacak insanlar yetiştirir bu şekilde kişiler gitgide şahsiyetlerini kaybeder, toplumda anonim bireyler hâline gelirler.  Aliya sanatın ve ahlâkın bizatihi dinden neşet ettiğini vurgular. Sanat, insanı ve yaratılışı yansıtan bir ifade biçimidir ve insanın öz benliğine yani ruhuna hitap eder. Sanat, bilim gibi gözlem, deney ve analize dayanmaz sanatın rasyonel bir mahiyeti yoktur o, akılüstüdür. SSCB döneminde uygulanan reformlara bakılırsa materyalizm ve türevi olan diğer düşünce sistemlerinin sanatı ideolojik bir aygıt olarak kullandıkları görülecektir. Bu, sanatçının özgürlük alanını kısıtlayan bir durumdur dolayısıyla ortaya konulacak olan eserin özgünlüğünü de ortadan kaldırır. Diğer taraftan ahlâkın da fonksiyonel ve akılcı bir tarafı olmadığını dile getirir Aliya. Tanrı'nın ve ebedî bir hayatın mevcut olmadığını düşündüğümüz takdirde ahlâkın da bir anlamı olmaz. Ateist olan bireylerdeki ahlâk anlayışı da din üzerinden temellendirilir. Bu din, sonuçta inançsız birinin bile yaşadığı süre boyunca tüm çevresinden, ailesinden, edebiyat gibi sayısız kaynaktan gelen, geçmişten aktarılan ve kayıtsız kalamayacağı bir dindir ve kişi ahlâkî kazanımlarını bu yolla elde eder. Ahlâk fenomeni bilimsel öğretilerden çok daha kapsayıcıdır bu bağlamda tıpta görülen bazı uygulamaların teknik anlamda bilimsel olmakla birlikte uygulama noktasında ahlâkî problemler olduğuna dikkat çeker. Suni döllenme, öjenik kısırlaştırma, ötenazi, kürtaj gibi uygulamalar görünürde mantıklı ve rasyonel gibi dursalar da ahlâkî açıdan sakıncalıdırlar neticede tıbbın imkanları hiçbir şekilde "insan haysiyeti"ni zedeleyecek ölçüde kullanılamaz, kimse birinin hayatını sonlandırma noktasında karar verici yetkiye sahip değildir. Burada insanı sadece biyolojik bir varlık olarak gördüğümüzde bu ifadeler oldukça absürt olacaktır ancak insanın bir ruhu, manevî bir boyutu olduğuna inandığımızda bir mânâ taşıyacaktır. İslâma göre hayat; insanın sevinçleri ve kederleri, doğruları ve yanlışları, şüphe ve yanılgıları, başarı ve başarısızlıklarıyla dolu inişli çıkışlı şekilde ilerleyen bir "dram"dır. Medeniyet ise hayatı "ütopya" olarak tasavvur eder. Burada insanın iç dünyasına, iyi ve kötü gibi değer yargılarına yer yoktur. İnsanlar burada durmaksızın bilimsel ve teknik mekanizmayı inşa etmek ve geliştirmek için işlev görür, çalışırlar. Bu kurgu ise insanın özgürlüğüne doğrudan müdahale demektir, her insan hür bir şekilde duymaya, düşünmeye ve davranmaya meyillidir onu bu denli kısıtlayan, bireyselliğini hiçe sayan, toplumun tektip üyesi haline getirmeye çalışan her sistem yanlış öncüllerden hareket eder. Aslında bugün materyalizmin ve benzeri ideolojilerin varmak istediği nokta tam da bu gibi görünüyor yani mekanik, şuursuz ve kusursuz hizmet görecek bir insan prototipi yaratmak. İslâmiyet genel itibariyle tarihte son semavî din olarak kabul görür ancak Aliya bir anlamda dini, sona mahkûm etmiş olan bu anlayışa itiraz eder bu sebeple Hz. Muhammed'den önce (Hristiyanlık ve Yahudilik'i kapsayan dönemler) ve Hz. Muhammed'den sonra olmak üzere İslâm tarihinin iki planda teşekkül ettiğini dile getirir. Daha sonra dejenere olan Yahudilik ve Hıristiyanlık inançlarına değinir. Yahudilik yüzünü tamamen dünyevi olana çevirmiştir. Cennetin burada, bu dünyada vadedildiği görüşündedir. Hatta materyalist, pozitivist ve bilime ait olan birçok fikir Yahudilik menşeilidir. Hristiyanlık'ta ise dinin tektanrıcı yapısına tezat olan "teslis"e vurgu yapar Aliya. İncil'e göre Tanrı Baba'dır ve o sadece insan ve ruhun rabbi olarak görülmektedir dünyaya hükmeden ise şeytandır. Hristiyanlar, Hz. İsa'nın vahiy olarak getirdiği öğretilerden de Tanrı'nın oğlu İsa çıkarımını yapmışlardır. İslâm, yüzünü dünyevî ve uhrevî olana çevirebilen iki kutuplu birliği temsil eder nitekim İslâm'ın beş şartında da bu durumu gözlemlemek mümkün. Namaz kılmadan önce alınan abdestte hijyen ve namaz sırasındaki hareketlerde bir disiplin esastır bu sayede ibadetin, ruhsal ve bedensel yönü birbirinden ayrılmaz. Zekât, gönüllülük kaydıyla yokluk sıkıntısında olanlara maddi yardımda bulunan kişilerle, yardım eli uzatılan kişiler arasında manevî bir bağ kurulmasını sağlar. Aliya'nın ifadesiyle "Zekât yukarıdan aşağı doğru akan bir mülk nehridir, fakat aynı zamanda gönülden gönüle, insandan insana inen merhamet ve dayanışma ruhudur." İslâm'ın şartlarından biri olan şehadetin şahitler önünde getirilmesi manevî bir topluluğa bağlanılacağının işaretidir bu da Tanrı-insan ilişkisinin yanı sıra insanla toplum arasında hukukî bir bağ kurulduğunu bildiren bir durumdur. Oruç, yalnızca şahsi bir ibadet değil müslümanlar arasındaki uyumun ve birliğin tezahürüdür. Hac ibadeti de dinî bir ritüel olmasının yanında siyasi toplantı yahut ticarî fuar olarak da görülebilir. İnsan da fıtrat olarak dualistik bir yapıdadır onun hem bir ruha hem bir bedene sahip olması bunu gösterir. Bu şekilde İslâm, insanın hayvanî arzularla ahlâkî gayeleri arasında bir denge kurmasını sağlar. Onu tam anlamıyla "insan"a dönüştürür. Hukukun İslami Doğası başlıklı bölüme geldiğimizde Aliya'nın hukuk sisteminin ancak ilahi bir çerçevede olduğu müddetçe mümkün olacağını anlattığını ve nedenleri ile açıkladığını görüyoruz. Din, hak ve menfaati birlikte öncelerken sosyalizmin haktan ziyade menfaati önemsediğini dile getirir. Suça yönelik verilmiş olan cezanın bir caydırıcılığı veya toplum açısından ibretlik bir tarafı olamaz yalnızca gayriinsani bir şekilde suçu işleyerek kaybettiği insanlığını, kati bir ceza bedeliyle ona geri kazandırmak mümkün olabilir. Aliya çağdaş dünyayı hâkimiyeti altına alan fikirlerin (Marksizm, Sosyalizm, Komünizm) ve dinin (Hristiyanlık) prensipte tutarlı olsalar da pratikteki uygulamalarının oldukça tutarsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Hristiyanlık dininin kurumsallaşması, kutsal bekâret kavramı yerine evliliğin kabul görmesi, mülkiyet, iktidar, eğitim ve bilime karşı ılımlı yaklaşımı vesaire bu dinin zamanla nasıl deformasyona uğradığına dair örneklerdir. Farklı değişim tezahürlerini materyalizmde de görmek mümkün; ahlâk, sorumluluk, adalet, özgürlük gibi teoride materyalizmle hiç ilgisi olmayan manevî kavramlar kullanılır. Bu, mevcut doktrinlerin ve dinin uygulama noktasında tıkandıklarını, kendi teorileri üzerinden bir çıkış yolu bulamayacaklarını anladıkları anda ürettikleri "kitle dini ve kitle materyalizmi"dir.  Son tahlilde İngilizlerin bir orta yol bulma konusunda başarılı olduklarından bahsediliyor. Özellikle Bacon'un (Arapların öğrencisi olarak bilinir) kurduğu düşünce sisteminin buna çok büyük katkısı olmuştur Aliya'ya göre. Roger Bacon bilimsel ve dinî bakış açısını bir dengede tutmuştur bu sayede Kıta Avrupasında din-devlet ilişkilerinin çok katı bir şekilde ayrılmasını sağlayan sekülerizm İngiltere'de aynı etkiyi yaratamamıştır kezâ Kıta Avrupasının geçmiş tecrübelerine baktığımızda özellikle mezhep savaşları sebebiyle daha sert kırılmalar yaşandığını gözlemliyoruz. Anglosakson tarihinde ise her zaman daha soft daha yumuşak geçişler olduğu görülüyor bundan dolayı orta yolu bulma temayülü her zaman İngilizlerde daha başarılı sonuçlar vermiştir. Din ile yönetim konusunda Kıta Avrupası aynı başarıyı sergileyememiştir. Ancak bu temayüller her ne kadar başarılı gibi olsalar da zaruren ortaya çıktıkları ve tutarsız oldukları aşikârdır. İslâm ise bilinçli bir şekilde "iki kutupluluk prensibi" ile tüm insanlığa hitap eder. Lider Aliya'nın hayatı incelendiği vakit söylemi ile eylemi arasında nasıl bir uyum, korelasyon olduğu açıkça farkedilecektir nitekim onun savaş dönemindeki uygulamaları, bu ve diğer kitaplarında da aktarmış olduğu, kendi inanç ve kabullerinin pratiğidir bir bakıma. O, İslâm'ın her zaman sorgulayabilen, eleştirel düşünebilen, cesur ve isyankâr ruhlara ihtiyacı olduğunu dile getirir. Bu kitapla da kendi inanç dinamiklerinden kuvvet alan, konfor alanından çıkıp hayatın hakikatiyle yüzleşen daha aktif bir insan modelinin ortaya çıkmasının gerekliliğini ortaya koymuştur.
Doğu Batı Arasında İslam
Doğu Batı Arasında İslamAliya İzzetbegoviç · Ketebe Yayınevi · 20193,479 okunma
··
4.652 görüntüleme
Zana Erdoğan okurunun profil resmi
Çok güzel özetlemişsiniz. Tebrikler 👏
esra okurunun profil resmi
teşekkür ederim🌷
Ahmet Akçil okurunun profil resmi
Allah razı olsun. Gerçekten çok güzel özetlemişsiniz .
Gül. kar..... okurunun profil resmi
Kıtabı okurken bu kadar ıyı anlamamıştım tebrikler gerçekten mükemmel ozetlemıssınız
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.