Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

96 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
KUŞKESEN’E DAİR Kuşkesen, Yücel Öztürk’ün Ötüken’den (İstanbul-2021) çıkan, yedi hikaye, doksan altı sayfadan oluşan son hikaye kitabı. Kitap ismini ikinci hikayeden alıyor. “Kuşkesen” ismi kuşları kesen yani öldüren anlamını çağrıştırıyor ilk okunduğunda fakat öyle değil. Kuşkesen, tahtadan kuşlar yapmak demek. “Neden kağıttan değil, kumaştan değil de tahtadan?” diye sorulabilir. “Çünkü kuşun ruhuna en yakını ağaçtır, ağacın ruhu da en çok tahtaya sinmiştir” (s. 20). Kitap Hikaye Anlatıcısı ile başlıyor. Hikaye kahramanı Aziz Hoca modern zamanın meddahı gibi. Emekli olmadan önce öğrencilerine, emekli olduktan sonra da çevresindekilere anlatan, anlatmaya kendini mecbur hisseden bir kahraman: “Öyle ki kendimi anlatmaya memur hissediyorum, anlatmazsam yokluğa düşeceğimi biliyorum” ( s. 11). Tıpkı “Yazmasam deli olacaktım.” diyen Sait Faik, "İçimizden ırmaklar gibi taşan manayı kelimenin sırtına vurmazsak boğar bizi.” diyen Nazan Bekiroğlu gibi. Aziz Hoca “kendinden dünyaya doğru yürüyen hikaye anlatıcısı” (s. 11) olma, yani yerelden evrensele ulaşma amacındadır. Evrensele ulaşmanın şartı anlatıcının öz çemberini aşabilmesiyle mümkündür. Kendi kendine bu soruyu da sorar: “Var mıdır hocam öz duvarlarını aşabilen anlatıcı”(s. 11)? Fakat cevaplamaz çünkü cevap okuyucudadır. Aziz hoca, birçok şey anlatır dinleyenlerine. “İnsan sadece okuyarak mı birikir? Elbette insan anlatarak da birikir.” (s. 13) der sözün bir yerinde. Her cümlesi bir özlü söz gibidir Hoca’nın. “İnsan dilinde birikeni anlatıp kurtulur da ya gözünde birikenden nasıl kurtulur?” (s. 13) diye cevaplaması zor bir de soru sorar. Anlatmayı vadettiği hikayeyi bir türlü anlatmaz çünkü “anlatılmayı bekleyen o hikayenin verdiği sabırsızlığın tazyikine dayandığım müddetçe var olacağına” (s. 16) inanır. Belli ki o da “En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız./ Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: henüz söylememiş olduğum sözdür…” diyen şair gibi düşünmektedir. İkinci öykü Kuşkesen, yürekte damla damla hüzün biriktiren çok güzel, çok bizden bir hikaye. Bir tarafıyla ya yaşadığımız ya şahit olduğumuz... Hikaye Anlatıcısı’nda Aziz Hoca sormuştu ya cevabını okuyucuya bırakarak “Var mıdır öz duvarlarını aşan anlatıcı?” diye. Bu hikayede –bence diğerlerinde de- yazıcı aşmış bana sorarsanız öz çemberini. İnsanın hüznünü, hasretini, çaresizliğini, umutlarını, küçük mutluluklarını… ana dilinin imkanlarını en güzel şekilde kullanarak çok güzel anlatmış çünkü. Bir hikaye/şiir/roman hangi milletten olursa olsun okuyucusunun yüreğine dokunuyorsa anlatıcısı öz çemberini aşmış sayılmaz mı? Bu hoş hikaye; Albatros, Su Çulluğu, Hüma, Arı ve Angut kuşları ile ilgili minik bir araştırma yapıldıktan sonra okunmalı. Bu bir kuş ailesinin hikayesi ve bu kuşların kaderleriyle kahramanların kaderleri birbirine çok benziyor çünkü. Hikayenin kurmaca olduğunu unutup okuyucu olarak siz de hikayenin bir parçası oluyorsunuz farkında olmadan. İstiyorsunuz ki sizin için de bir kuş kessin “kuşkesen”. O kuş da aynı ağaca, diğerlerinin yanına asılsın sonra. Fakat biz hangi kuş olurduk acaba? Hangi renklere boyanırdık? Kim bilir? Hüsniye’nin Kaşları, “erkenden giden bir babadan artakalan dünyayı zaten baştan başa gurbet”(s.41) sayan Hüsniye’nin hikayesi. Dokunaklı, derinlikli bir öykü. Yazıcı, kaleminin tüm marifetlerini bu hikayede sergilemiş gibi: “Başına ne geldiyse on parmağıyla kaşlarını ovuşturdu Hüsniye. Telaş, bağrında bir alev gibi yalımlanmadı da gelip kaşlarının dibinde közlendi. Acıyı herkes yumrukladığı göğsünün derinliklerinde hissederken onun bütün acısı alnının saçağında bulutlandı. Sessiz yahut şimşekli, yağdı ara ara… Neşesini yana doğru hilallenmiş dudaklarından değil parmaklarının uçlarında serçe gibi seken kaşlarından bildi yüzüne bakan. Ruhundaki mevsimlere göre kimlik değiştirdi çizgiler” (s. 37). Kırmızı. Bu ülkede yaşayan herkesin yüreğine kıyısından köşesinden ya da tam ortasından bir gün bir şehit acısı değmiştir, işte Kırmızı bu acıların hikaye formatında en güzel ifadesidir: “Sen ölümün bile en coşkulusunu seçtin. Nalları bulutları köpürten bineğinin üstünde aşıp gittin… Gittiğin makama da sığmadın belki, taştın bulutlardan, yağdın dört bucağa. Dalgalanıyorsun baktığım her ufukta” (s. 53). Her okuyucu hikayenin kurgusuna mutlaka bayılacak, hikayenin dilini çok beğenecek fakat hikayenin sonunda yüreğinde hissettiği hüzün diğerleri bastıracak. Belki bir müddet duracak. Şahit olduğu tüm şehit cenazeleri bir film şeridi gibi geçecek gözlerinin önünden. Ağlamaklı olacak belki. Bir daha yaşanmasa keşke, duası geçecek zihninden. Yakı, hikayeler içinde üslup ve içerik olarak en farklısı. Sarsıyor, düşündürüyor. Batıl inançlarımızın yaşamımız üzerindeki olumsuz tesirini çok başarılı bir şekilde işliyor. İçinde yaşanılan toplum ancak bu kadar iyi gözlemlenebilir ve gözlemler bir hikayeye ancak bu kadar güzel yansıyabilir dedirtiyor: “Dünyaya derdiyle geldi bu çocuk, demiş Afi Ebe. Kuşağından küçük şişeyi çıkarmış, türkü söyler gibi mırıldanarak açmış. Cıvayı dökmüş peşkire. Mırıldanıp döndürmüş. Döndürüp mırıldanmış. Üç vakte kadar bir koç kurban eyleyin, demiş. Anasının karnında yiyemediler oğlanı, kundakta yiyecekler! Tütütü… Basma, sabun, tülbentten oluşan ebelik hakkını alıp gitmiş” (s. 55). Altıncı Parmak, 5. Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikaye Yarışması’nın Türkiye etabında birincilik, uluslararası etapta üçüncülük kazanan oldukça başarılı, güzel, etkileyici, özgün bir hikaye. İsmi biraz ilginç gelmişti bana hikayeye başlarken. Hikaye kahramanı Mustafa’nın şahit olduğu bir olay her şeyi açıklığa kavuşturmuştu sonra: “Altı parmaklıydı bu oğlan, altı parmak! Nenesi dedi ki lakap takarlar, milletin diline düşer. Tuttu iple boğdu altıncı parmağı. Düşer o düşer. Sen ye, o düşer” (s. 69). Bu altıncı parmak beğenmediğimiz yanlarımız, yaptığımız hatalar mıydı? Ya da görüp düzeltemediğimiz yanlışlar, dindiremediğimiz acılar mıydı? Fırsatımız olsa biz de boğup kurtulmak ister miydik onlardan? Ve Yadıma Düştün bir Karabağ hikayesi. Ermeni işgaliyle kasabalarını, yani vatanlarını terk edenlerin bir gün geri dönme umutlarını anlatan çok acıklı, güzel bir hikaye: “Azad şarkıyı söyleyende karlar eriyecek, ormanda çiçeklenecek, yol boyunca sıralanan ölüler kuşlayın uçuşacak, o gün elbet gelecek…”(s. 95). Hikaye bittiğinde hayali kurulan günün geldiğini bilmek okuyanın yüreğini ferahlatıyor. Kuşkesen’deki hikayeler hüzünlerimizi, acılarımızı, inançlarımızı… özetle bizi anlatıyor. Her okuyucunun hikayelerde kendinden bir şeyler bulacağını, kitabı çok beğeneceğini düşünüyorum. Hikayelerin dili “hikaye anlatıcısı”nı saymazsak -ki o da hikayenin kurgusuyla ilgili- oldukça sade ve şiirsel. Şiirsellik kelime seçimleriyle, devrik cümlelerle sağlanmış. Üslup son derece özenli. Her cümle kuyumcu titizliği ile yazılmış gibi. Kurguya bağlı olarak deyimlere, atasözlerine, yöresel ağızlara yer verilmiş. Aile, sevgi, kardeş, eş, arkadaş, anne-baba, babaanne kavramları öne çıkarılmış. Kitabın yazarı Yücel Öztürk Gümüşhane’de doğan, ilkokul, ortaokul ve liseyi doğduğu şehirde okuyan, Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğini bitiren, şimdilere İstanbul’da yaşayan öğretmen yazarlarımızdan. Hece, Heceöykü, Aşkar, Dergah, Türk Dili, Edebice, Söğüt gibi dergilerde hikaye ve yazıları yayımlandı. Kuşkesen’den önce çıkan ödüllü Ağır Tüy’ün de yazarı aynı zamanda. Hikaye kitaplarından başka çocuk kitapları da var Öztürk’ün. Kendi çocuklarım için aldığım fakat merak edip onlardan önce okuduğum, çocuklar için çok faydalı olacağını düşündüğüm çok nitelikli kitaplar bunlar: Buz Çetesi/Tehlikeye Dur De, Buz Çetesi/Veee… Kapı Açılıyor, Buz Çetesi/Kiraza Asılan Ayna, Orhan Yazıtları ve Büyük Halam Saksıda.
Kuşkesen
KuşkesenYücel Öztürk · Ötüken Neşriyat · 202140 okunma
··
627 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.