20. yüzyılın ilk yarılarının ortalarına kadar Amerika’ya gelen göçmenlerin bir sürü sağlık taramalarından ve resmi işlemlerden geçmek için zorunlu ikamete tabii tutulan yatakhanelerinde ya da koridorlarında Perec’in satırlarında dolaşırken göç kavramının ne demek olduğunu daha iyi anlamanıza neden olur. Yoksulluktan kaçan fakirler, mezhepçi baskılardan kaçan dindarlar, dini baskılardan kaçan tanrısızlar, yeni bir hayata başlayarak geçmişini silmek isteyen bazı kadınlar, katiller, hırsızlar, eski mahkumlar, sıkıcı gündelik işlere dayanamayacak kadar macera düşkünü maceraperestler; ailesinden, ülkesinden, kendinden kaçanlar, niçin göç ettiğini bilmeyenler ve öylesine takılayım diye bir daha dönmeyenler… yani bugün milyonlarca Amerikalıların ataları… sonuçları iyi olmuştur, kötü olmuştur ayrı konu ama insanlık tarihinin en büyük göçlerinden birisinin de hikayesidir. Yaklaşık 30 yıllık bir süre içinde bu adadan geçen göçmen sayısı 12 milyondur. Bu kadar insanın arasında sadece %2’lik bir kesim sağlık veya kanuni sorunlardan ötürü geri çevrilmiştir. Adadayken ölenlerin sayısı çok değildir (3500 civarı). 1920’lerden sonra göçmen işlemleri yurtdışındaki elçiliklere devredildiğinden bu ada da işlevini yitirmiş ve o günün şartlarını yansıtabilecek şekilde binaları müzeye dönüştürülmüştür.
“ben, Georges Perec, buraya
göçebeliği, dağılmayı diasporayı incelemeye geldim.
Ellis Adası benim için sürgünün mekanı,
Yani
mekanın yokluğunun mekanı, var olmayan mekan,
hiçbir yer. (s.53)”
Bu göçmen olarak nitelendirdiğimiz insanlar aslında Amerika’nın bugünkü haline gelmesinde yeniden inşa edilmesinde rol oynamışlardır. Yine Perec’in ifadeleriyle:
“Battery Park’a ömürlerinde ilk defa ayak
basan göçmenler, kendilerine muhteşem
Amerika hakkında anlatılanların tam
anlamıyla gerçeği yansıtmadığını fark etmekte gecikmediler: toprağın herkese ait
olduğu doğru olmasına fakat ilk
gelenler bu zengin sofradan gönüllerince
faydalanmış, yeni gelenlereyse, Lower East
Side varoşlarındaki penceresiz barakalarda
on kişiyle yaşamak ve günden güne on beş saat
çalışmaktan başka nimet kalmamıştı.
Gökten nar gibi kızarmış hindiler yağmıyordu ve New York’un kaldırımları
altın kaplı değildir. Bırakın altını, döşenmiş
tek bir kaldırım bile yoktu ortada.
İşte o zamanlar anladılar oraya o kaldırımları
döşemek için getirilmiş olduklarını
ve tünel kazmak için ve kanal açmak için,
yol yapmak, köprü yapmak, baraj yapmak
için, demiryolu döşemek için, ormanları
yok etmek için, madenleri kazmak için, taş
ocaklarına inmek için, otomobil üretmek,
sigara üretmek ve tüfek ve takım elbise ve
ayakkabı ve sakız ve konserve ve sabun
üretmek için ve gökdelenler inşa etmek için
güvertede gördüklerinden bile yükseğe
tırmanan.”